Dünya sıkıcı. Türkiye hüzünlü. Dünyanın derdini çekiyoruz çünkü.
“Yalnız hüznü vardır kalbi olanın” diyor İlhami Çiçek. Bize bir kalbimiz olduğunu hatırlatıyor. Kalbimiz, Türkiye’ye tebessüm ediyor, dünya hüznümüzü büyütüyor.
Döne döne türkülere dönüyorum. Döne döne annemin söylediği ninnilere, türkülere dönüyorum.
Allah’a, ülkeme, hüznüme götüren ses annemin duasında, türküsünde.
Annemin sesi toprağıma, kalbime götürüyor.
Türküler kerim bir tarihten günümüze uzanan hüzün haberleridir. Bizim türkülerimiz çokluğumuza, tekliğimize, hüzne, melale dayanır. Onlar kaybolunca garipliğimiz de aşk da kaybolur.
İnsanın ve kelimenin başı dik, alnı açık olması aşk ile mümkündür.
Ahmet Hamdi Tanpınar “Bizim romanımız türkülerdedir” der. Tarihle yüklendiğimiz hüzün ve bizi Allah’a ulaştıracak melal de oradadır.
Türkü, sadece müzik eşliğinde ifade edilen bir eğlence aracı değil... Eğlence aracı olmadığı için de tarihle, zamanla ve kaderle görülmesi gereken bir hususi hesap taşır. Bu bakımdan her türkü başlı başına bir esenlik ve dünyadan ahirete havalandırılan bir duadır.
Ne zaman bir daralma hali benliğimizi kuşatsa limanına sığınacağımız, rıhtımında terennüm edeceğimiz Âşık Sümmâni imdada yetişir.
Sümmâni, Erzurum’un Narman ilçesinde imparatorluk Türkiyesinin son dönemlerinde (1861-1915) yaşamış bu toprağın gariplerinden. Asıl adı Hüseyin’dir. Kendisini âşıklık mesleğine bir rüyanın soktuğunu söyler. Rüyasında pirler tarafından sevgilisi olarak takdim edilen Gülperi’yi aramak için yollara düşer.
“Ervâh-ı ezelde levh-i kalemde,
Bu benim bahtımı kara yazmışlar.
Bilirim güldürmez devr-i âlemde,
Bir günümü yüz bin zâra yazmışlar.
Yazanlar Leylâ vü mecnûn kitabın,
Sümmâni’yi bir kenara yazmışlar.”
“Herkes dosta yazmış arzu hâlini / Benimkini ürüzgâra yazmışlar” derken dostumuz hüznünü rüzgâra emanet ediyor.
Ya biz kimlere emanet edeceğiz?
Sümmânî’nin sözleri dokundukça kanatıyor, kanattıkça şifa veriyor: “Yazanlar Leylâ vü mecnun kitabın / Sümmâni’yi bir kenara yazmışlar.”
Bir kenara yazılmak garipler safına yazılmaktır.
Bir garip hikâyedir Adem. Cennetten hüzne düşmüştür. O, dünya sürgününü içinde, geldiği yere dönme hasretiyle yaşar. Aslında bu Adem’in aşka ilk dokunuşudur. Gurbete ilk dokunuşu, sılaya ilk varışıdır. Ana vatana dönünceye kadar da bu gurbet, bu hüzün, yatağını arayan nehirler gibi denizlere akmaya devam eder.
Ondandır hüznümüz, dünya gurbetinde nehirler gibi akışımız.