Ben bir dağın ağacıyım. Heybetli bir dağın. Korkuyorum ama. Dağ korkutuyor beni.
Oysa evim değil mi bu dağ? İnsan korkamaz mı peki evinden? Korkamaz mı bir ağaç kendi rahminden? Kaçıp gitmek istiyorum uzaklara, başka dağlara... Oysa gidemem, gökyüzüne koşabilecek ayaklarım yok. Köklerim var ama. Bildiğim dağ yollarını içimde izlerim. Toprağa kök salmışım. Bir yavrunun annesinin serçe parmağını tutuşu gibi, hüznün bir yüreği kavuruşu gibi bağlıyım bu toprağa, bağımlıyım.
Hüzün yazları uğrar en çok kapıma.
Çocuklar basarken çıplak ayaklarıyla dallarıma.
Serçeler şarkı söylerken yapraklarıma.
Serçeleri kucaklamak isterim en çok. Ellerimle öpmek isterim onları. Ellerim olsaydı eğer, büyük ellerim olurdu. Sonsuz maviliklerde nasırlaşmış ellerim olurdu.
Ellerim hakikati gösterirdi belki bana. Dağın ardını, güneşin yaralarını, çöllerin çığlığını... Ve çok istersem, gerçekten istersem kahramanların aynalarını.
Hepsi kırık mıydı aynaların? Dünyanın canını acıtmaz mı ama kırık aynalar? Bir dünyadan başka bir dünyaya koşarken kanamaz mı peki ayaklar? Bu yaraları toprak kapatabilir ancak. Yola çıkmak, toprağa ulaşmak gerek, çıkamam. Yürekli değilim dağ kadar, terk edemem gölgemi.
Ruhumu gölgeme sakladım çünkü. Uğultudan uzak kalsın istedim. Yaralarımdan, kesilen nefesim ile olan savaşımdan, kalbimden uzak kalsın. Çalıların arasındaki çaresiz bedenimi, gecenin karanlığında emekleyen bedenimi görmesin.
Ben de görmeyeyim.
Gözlerimi kapattım. Kafesimde değilim artık. Sesler duyuyorum. Şiir mi bu? İçimde bir kandil yanıyor.
Hoş bir meltemin fısıltısıyla gelen sesler.
Issız ormandaki kara gözler.
Tanıyorum bu gözleri. Bu gözler kuşların, bu gözler toprağın. Ben bu gözlerin eviyim. Ben herkesin eviyim. Bu gözler benim gündüzüm. Ben bu toprağa aidim. Ruhumun yıkandığı yere.
Ben bir dağın ağacıyım.