Son zamanlarda Ortadoğu’da yaşananlar hepimizi bölgedeki gelişmeleri anlamaya çalışmaya, algılamaya ve üzerinde düşünmeye itiyor. Özellikle İran’a yönelik uygulanan ambargo, İran’ın uluslararası arenada ABD tarafından tecrit edilmeye çalışılması ve yine Suudi Arabistan ile İran arasındaki gerginlik son günlerde Ortadoğu’daki gerilimin en temel faktörleri olarak görülüyor.
İran’ın özellikle son on yılda Lübnan, Yemen, Irak ve Suriye’de gittikçe artan nüfuzu; Suudi Arabistan’ı Yemen’de desteklediği Husiler vasıtasıyla tehdit edebilir duruma gelmesi ve Afrika’da Şiiliğin nüfuz gücünü yayan faaliyetleri, bölge ülkeleri tarafından kaygıyla takip ediliyor.
***
İran ve Arap dünyası arasındaki gerilim yeni değil aslında. 1980-88 arasında Saddam Hüseyin ve İran arasında gerçekleşen savaş, her iki taraftan da çok ağır kayıplar verilerek sonlanmıştı.
1979 İran İslam Devrimi’nden itibaren Suudiler ve İran arasındaki rekabet ve güç çekişmesi artarak devam etti.
İran’ın bölgeye nüfuzu ve Arapların buna karşı geliştirdikleri politikalar genel literatüre baktığımızda mezhep çekişmesi üzerinden okunuyor. Yani kökenleri Sıffin ve Kerbela savaşlarına kadar giden Sünnilik ile Şiiliğin Ortadoğu’daki mücadelesi...
Bu iki mezhep üzerinden yapılan analizler İran ve Suudi siyasetinin birbirleri ile mücadelesinde -tıpkı bir zamanlar Irak ve İran arasındaki savaşın da yorumlanmasında yapıldığı gibi- en etkili araçlar olarak görülüyor.
Sözü, yenilerde okuduğum ve gerçekten çok yararlandığım bir yazıya getirmek istiyorum. Türkiye Günlüğü Dergisi’nde Dr. Selim Öztürk tarafından kaleme alınan makale özellikle Ortadoğu’daki soruna farklı bir bakış açısı getiriyor.
Makalenin başlığı, “Arap Milliyetçiliğine Bir Bakış: Selefilik”
İran ve Suudilerin arasındaki mücadele mezheplerden ziyade milliyetçilikler üzerinden inceleniyor. Meselenin başlangıcı 1979 İslam Devrimi’nden ziyade Arapların pagan -cahiliye- dönemine kadar götürülüyor. Arap ve Farslar arasındaki kadim mücadeleden yola çıkılarak bir analiz yapılıyor. Makalede Arapların tarihte her sıkışmışlık dönemlerinde Selefiliğe sarılarak meydan okuma yolunu seçtiklerine ve böylelikle etraflarındaki kuşatmayı yarmaya çalıştıklarına vurgu yapılıyor.
Öztürk yazısında Selefilliğin yani diğer ismiyle meşhur Vehhabiliğin 18.yy’da Necid’de Muhammed bin Abdülvehhab tarafından -bedevi kabileleri birleştirerek Arabistan üzerindeki dış ablukayı kırmak ve bölgede bir devlet otoritesi yaratmak üzere- oluşturulduğunu belirtiyor. Yani bugün pek çok medya kanalında ve neşriyatta gördüğümüz Vehhabiliğin başı bozuk ve sadece terör üreten bir dini akım ve fikir olmadığı, bunların çok daha ötesinde Arap toplumuna has ulus ve devlet inşası sürecinin en önemli bileşeni olduğu üzerinde duruluyor.
Selefiler ya da Vehhabiler aslında aşırı milliyetçiliğin Ortadoğu’daki farklı izdüşümleri olabilirler mi?
Dr. Öztürk makalesinde bu soruya da cevaplar arıyor. Öztürk’ün tespitlerine göre el Kaide’nin lideri Usame bin Ladin ve yine DAEŞ’in kurucusu Ebu Musab el Zerkavi de bir bakıma birer Arap milliyetçisi. Bu iki aktörün röportajları, demeçleri ve karşılıklı mektuplaşmaları analiz edildiğinde bizim de detaylarını kaçırdığımız fakat dikkatli bakınca fark edilen aşırı bir milliyetçi söylem ortaya dökülüyor.
Dr. Öztürk’ün üzerinde önemle durduğu temel soru, Ortadoğu’yu tabloda görüldüğü gibi mezhepler mi şekillendiriyor yoksa bahse konu mezhep gerilimlerinin ardında kadim milliyetçilik hesaplaşmaları mı yatıyor?
***
Peki İslam’ın asırlardır sancaktarlığını yapan, pek çok Dar-ül Harb beldesini Dar-ül İslam haline getiren ve “muhabbetli bir din anlayışı” geliştiren biz Türkler, Araplar ve Farslar arasındaki bu kadim milli hesaplaşmanın neresinde duruyoruz ve duracağız?