Hayalimdeki şehri yazacaktım ama ondan önce hayatımdaki şehri anlatayım biraz…
Gridir, soğuktur, birbirine benzeyen insanların yaşadığı şehirdir burası.
Ankara’da yaşıyorum. Bilenler bilir, zorunlu seçmeli dersler vardır. Ankara zorunlu seçmeli şehirdir. Burada buldum kendimi ben de. Ankara’yı çözmek, anlamakla meşgulüm.
***
Melih Gökçek’in Ankara’sı sıkıcı derlerdi, şimdi Mansur Yavaş’ın Ankara’sı daha renkli değil.
Burada herkes kral adeta, bir ilkokul müdürünün bir hayli şatafatlı odasına kapıyı çalmadan giremezsiniz. Herkes kendi çapında iktidar alanı oluşturmakla meşgul. İyi örnekler verebiliriz. Mesela, Viyana’da ilkokul müdürüyle okulun muhasebecisi aynı odayı paylaşabiliyor çok rahat. Orada şeffaflık var, burada devletin soğuk yüzü, şatafat merakı.
Ankara’da arkadaşınızla -arkadaşlarınızın çoğu memurdur zaten- randevusuz görüşmeniz mümkün değil dersem, sözümü abartılı bulabilirsiniz ama randevular mesai çıkışına ayarlıdır, inanın.
***
Ankara’yı sevenler, özleyenler vardır bilirim. Araya girmek istemem. Sevenlerin arasına girilmez. Bir de Ankara’nın güzel simidi vardır, İstanbul’dan Kayseri’den “Ankara simidi” isteyen dostlarım var.
***
Hangi devlet kurumuna giderseniz gidin girişte ya da çıkışta bir yerde mutlaka Atatürk’ün bir sözünü görürsünüz.
Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu’nun girişinde “Türk şoförü en asil duygunun insanıdır” yazar. Altında Mustafa Kemal Atatürk imzası var. “Niye benim böyle şiirsel bir sözüm yok,” diye bir hüzün kaplar içinizi. Fakat sonra öğrenirsiniz fundamentalist Kemalistlerler Federasyonu mahkemeye vermiştir. “Bu söz Mustafa Kemal’in sözü değil” diyerek. Bu şehirde her şey öyle ironik.
Ben en çok saatçi vitrinindeki sözü seviyorum. Kızılay’da bir saatçi dükkanı. Vitrine koca koca harflerle şöyle yazmış Ankaralı: “İsmet saat kaç.” Altında yine ayrı irilikte harflerle Mustafa Kemal Atatürk imzası.
***
Mevzu ile alakası yok, yıllardır kafamı kurcalayan bir mesele vardı, onu da çözdüm sonunda. Aha burada da sizinle paylaşıyorum. Mesele basit ama benim için çok önemli. Yıllar önce İstanbul’da yaptığım absürt esprilere, anlattığım fıkralara Ankaralıların bayıldığını fark ettim. Yahu diyorum kendi kendime, burada bir sorun var. Ankara, İstanbul’un on yıl gerisinde mi acaba? Üstüne üstlük espri kaliteli, fıkra zekice değil, neden bu kadar gülüyor Ankaralı? Sonuçta boş bulunup anlattığım bir şey. Mesela şöyle bir espri: “Ayakkabın mı eskidi, at gitsin! Çorapların mı eskidi at gitsin! Pantolonun mu eskidi at gitsin! Eşek gelsin!” Bu. Ancak boş bulunup gülebilirsin buna? Öyle değil mi? Değil. Adam güldükçe gülüyor.
İşte yıllardır kafamı kurcalayan mesele bu.
Nasıl mı çözdüm mevzuyu? Valla zor oldu ama çözdüm. Şöyle oluyor: Malum memur şehri Ankara. Orada ya da burada karşınıza çıkan on kişiden yedisi bir kurumda ya veri hazırlama ve kontrol işletmeni ya da bilmem ne daire başkanı. Fıkrayı dinleyen Ankaralı diyor ki kendi kendine: “Abi, ben güleyim de, ne olur ne olmaz! Yarın bir gün bu adam karşıma ya bir genel müdür, ya milletvekili ya da Bakan olarak çıkabilir, maazallah!” Öyle yani.
Tadımlık...