Ankara’da yaşıyorum. Zaman zaman Ankara yazıları da yazıyorum. “Yazdıklarını zevkle okuyoruz. Başkentin bürokratlarını da yazsan ne güzel olur” diye ricada bulunuyor bir okurum. Güzel rica. Rica güzel de bürokratı anlatmaya başlayınca insanın nerede duracağını kestirmesi zor.
Çünkü bundan bir müddet önce, genel müdür olarak bir bakanlığa atanmayı heyecanla bekleyen bir tanıdığa “Reisin söyledikleri mi üstün, ayet mi?” diye sorduğumda inanın, suskun kalmayı tercih etmişti. “Ne biçim soru kardeşim bu? Sen bana böyle bir soruyu nasıl sorabilirsin?” deyip susturmamıştı beni. İnanın hiçbir şey yapmadı, sadece büyük bir sükûnet içinde kararnamesinin yayınlanmasını bekledi.
“Memuriyet bu hale getirebiliyor insanı” diye yorumluyor bir arkadaşım bu psikolojiyi. Bilemedim.
Bir de mesela, önceki zamanlarda “Fethullah Hocamız” diye konuşarak genel müdür olan insanların şimdilerde “FETÖ memlekete çok zarar verdi” diye konuşmaya devam ettiklerini, dahası koltuklarını muhafaza ettiklerini görünce, bürokratın neresine bakacağını, bürokrasinin neresini konuşacağını bilemiyor insan. Bir de her dönemin başarılı bürokratı bulunuyor ya o tip insanlar, Sayın Abdullah Gül’ün tabiriyle insan hayret ediyor doğrusu.
* * *
Neyse, oldu bir kere ve iş başa düştü. Bir iki kelam edeceğiz…
Bürokratların etkinliğini anlamak için odalarına bakmak gerekir en başta. Büyük odalar, televizyon, koltuk gibi ekstraları olan odalar önemli bir devlet bürokratıyla karşılaştığınızı hemence söyleyiverir size. Bir şekilde 6400 ek göstergeyi kapıyorsunuz işte. Sayılı adamlardan biri oldunuz artık. Bundan sonraki aşamada ise size nasıl ulaşıldığı çok önemlidir. Telefonla arandığınızda direkt siz çıkıyorsanız bu hiç de ‘önemli adam’ olmadığınızı, alelade bir memur olduğunuzu gösterir. Yok, telefonlarınız sekreter tarafından bağlanıyorsa gerçekten büyümüşünüz demektir. Ayrıca arkadaşlarınızı bile sekreterinize bağlatıyorsanız bu büyümenin çok ötesinde bir şeydir.
* * *
Geçenlerde kulak misafiri olduğum bir olay… İsmi lazım değil, bir bakanlıkta bakan yardımcısı olarak çalışan bir yönetici, bıyığı yeni terlemiş bir müfettiş adayına aynen şunları söylüyordu: “Müfettişlik askerlik gibidir oğlum, müfettiş üstatlarına saygıda kusur etme, bu senin aleyhine olur. Sen şimdi bir müfettişin yanında çalışacaksın, yanında çalıştığın müfettiş senin her şeyin, ona göre davran.”
Sırada üç sene önce başımdan geçen bir olay var: Bir bakanlıkta genel müdür yardımcısı olarak çalışan bir arkadaşın koluna girip hızlı hızlı bir şeyler anlatıyordum ki bana, “Üstadım, bakanlık koridorlarında bu şekilde yürümemiz doğru değil, dışarıda daha rahat muhabbet etsek olmaz mı?” dedi. Dışarı çıktık sonra. Sonra, “Ya hocam bir gün dışarıda buluşsak da uzun uzun muhabbet etsek daha iyi olmaz mı? Bir de bu günlerde işler çok yoğun biliyor musun.” dedi. ‘En dışarıyı’ mı kastetti acaba? Bir türlü en dışarıya çıkamadık, üç yıl oldu.
* * *
Onlar ki Allah’a inanırlar, memuriyeti severler! Hiç mutlu oldukları görülmemiştir. Baca gibi dar, karanlık yerlerde çalışırlar. Ama gelin görün ki yürek genişliğinin ne olduğunu çoktan unutmuşlardır. Yüreklerini dayanıklı ya da aydınlık tutmak zorunlulukları yoktur. Buna yükümlü saymazlar kendilerini. Başkalarını sevdikleri meçhul, başkaları tarafından pek sevilmedikleri aşikârdır. Bir top A4 her şeyden daha kıymetlidir onlar için. Kalemleri gerçekten de kılıçtan daha keskin, kurşundan daha isabetlidir. Gittikleri lokantada garsonun getirdiği peçeteye yahut yolda ya da kazara uğradıkları bir parkta rüzgârın havaya savurduğu bir kâğıda gayriihtiyarî bir hamleyle paraf ya da imza atmaya kalkabilirler.
Bir işin nasıl yapılacağından çok nasıl yapılmayacağını daha iyi bilirler. Anayasa, kanun, tüzük, yönetmelik, genelge, yönerge, tebliğ, talimatname vesair bilumum mevzuatı didik didik ederler de, o işin olamayacağını, aksi ileri sürülemez kesinlikte, hem de anında ispat ederler. Tek başlarına karar veremezler. Sürekli toplantıdadırlar. Toplanır, toplanır dağılırlar. Sonra tekrar toplanırlar. İşler her zaman yoğundur. O kadar yoğundur ki, asla asıl işlere yoğunlaşamazlar. Yoğunlaşmaya kalkacak olsalar, birden bir gürleme kopar, sel olup üstünüze yağarlar. Ne verirlerse kendilerinden, ne vermezlerse o da kendilerindendir. Öyle yani.
Mutlu pazarlar.