İnsanın iki temel zaafı vardır. Kendisini zamanın ve mekanın merkezi zanneder.
Kendi zamanı ve mekanını mutlaklaştırır. Kendi yaşam dilimi ve diyarı, tüm zamanlar ve coğrafya içinde algının, açıklamanın, korkunun, beklentinin ağırlık noktasını oluşturur.
Algı, açıklama, korku ve beklentisinin toplumsal, kültürel bir zemini vardır. O zaman bunların kolektif bir boyutu olur. İnsan için geçerli olan aynı dönemi ve diyarın toplukları için de geçerli olur.
Bu iki zaafın sistemleşmiş ya da modern biçimi milliyetçiliktir.
Hangi türev olursa olsun, ister ulus-devlet milliyetçiliği, ister etnik milliyetçilik mekanizma benzer çalışır.
Milliyetçilik, topluluğu baştan aşağıya, geçmişten geleceğe inşa eder.
Geçmiş zamanı, şimdiki zamanı ve gelecek zamanı tek odakta yoğunlaştırır, tek noktada toplar. Şimdiki zamanda geçmişi kurgular, törpüler, şekillendirir, yüceltir, öyküleri, simgeleriyle bir tür yaratır. Gelecek için şimdiki zamanda fedakarlık, tek tip düşünce talep eder, güç, refah, üstünlük vaat eder.
Kuşatma ve yayılma gücü keskindir, diğer siyasi ideolojilere, sağa, sola, İslamcılığa her yere sızar.
Kurgulanmış “ben” ve “biz”i bir fetiş haline getirerek toplumun damarlarına zerk eder. “Ben” ve “biz”i farklı anlatmak, farklı algılamak, eleştirmek büyük tabudur. Toplumu hep övgü aynasının karşısında tutar.
Başarı ve fetih vurgularıyla biteviye kendisini kendisine anlatır, hatırlatır. Bunun dışında durana ahlaki, siyasi, kanuni disiplin uygular. İçerideki “öteki”ye yönelik dışlama duygusunu böylece sıradanlaştırır.
En keskin biçimi, aşırı siyasallaşmış, bir siyasi iddia olmuş halidir.
Türkiye’de Cumhur İttifakı’yla bugün hüküm süren bir bakıma budur.
Bu milliyetçilik, insanın kendi kültürünü, kendi insanlarını, kendi toprağını sevmesi, korumasında, bunun arzusundan ve aidiyet duygusundan çok farklı bir şeydir bu.
Farklı kavimlere karşı üstünlük ve güvensizlik duygularıyla örülmüş, devlet ve devletçilik merkezli, aşırı siyasileşmiş bir mensubiyet duygusudur. Özgürlüğü insana değil, sadece milli varlığa, devlete atfeder.
İnsanı düşüncesi, rolü, eylemiyle bu milli varlığın hizmetkarı olarak görür. Yönetilenin yönetene, insanın insana mutlak itaatini ve insanlar arasındaki hiyerarşiyi öğreti haline getirir.
Toplumsal düzeni doğal ve değişmez olarak tanımlar. Sorgulamayı, değişimi, farklı talepleri bile bozulma olarak görür ve yaptırıma tabi tutar, değişim ve talep yanlılarını ise öteki kılar.
Dolayısıyla siyaset anlayışı toplum dışıdır bu milliyetçiliğin. Siyasetten devlet tekelindeki milli çıkarları ve bu çıkarları belirleyecek gruplar arasındaki güç mücadelesini anlar. Bu güç mücadelesinde şiddeti bir araç, bir hakem olarak görür, hatta bir “değer” kılar.
Şiddet ve mensubiyet öyle merkezi bir işlev görür ki, masum çocuklar, insanlar öldürüldüğünde tınmayız, ölüm bizim elimizden gelse bile, faydalı görüyorsak, bu faydayı vicdan ve ahlak dahil her şeyin üzerinde tutarız.
Nitekim şiddetin lügatimizdeki anlamı hep tepkidir, hep savunmadır, hep karşılık vermektir.
Bu tür milliyetçilik sadece bir ideoloji değil, aynı zamanda damar tıkayan bir tortudur.
Ülkede yükselen bu oldu.