Osman Kavala, birkaç gün önce, somut hiçbir delil içermeyen, siyasi kanaate ve savcı kurgularına dayalı abuk sabuk suçlamalarla kapatıldığı cezaevinde 4’üncü yılını tamamladı.
Şaka gibi, 4 koca yıl…
Kasım 2017’de Gezi olaylarıyla ilgili suçlamalarla tutuklanmıştı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Aralık 2019’de Kavala’nın “makul şüphe olmadan, siyasi nedenlerle tutuklanması ve Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvurusunu makul sürede incelememesi” gerekçeleriyle hak ihlâli gerçekleştiğini belirterek, derhal serbest bırakılmasını istedi. Şubat 2020›de beraat ve tahliyesine karar verildi. Ancak gelin görün ki, “asıl karar verici” buna müsaade etmedi. Aynı gün beraat ettiği davanın keyfi delilleri üzerinden bu kez 15 Temmuz darbe girişimiyle ilişkilendirildi ve tekrar tutuklandı. 9 Mart’ta 2020’de buna, ikinci bir tampon suçlama ve tutuklama casusluk davası eklendi.
Kimi davalar, kimi dosyalar, kimi tutukluluklar vardır, hukuk mantığıyla, bırakın hukuku kanun mantığıyla bile açıklayamazsınız.
Bunlar ideolojik davalarıdır. Her ideolojik dava siyasidir. Haksızlıklar, güç, öfke ve intikam duyguları üzerinde yükselir. Zulme ve siyasi iktidar sahiplerine yönelik ağır bir vebale işaret eder. Bu davalarda tutuklama, salma, hüküm merci iktidardır. Doğal olarak simgeseldirler.
Osman Kavala davası tam olarak böyle bir davadır.
Bu tür durumlar öylesine çıplaktır ki, uluslararası camianın, aydınların, insan hakları ve sivil toplum örgütlerinin dikkatini çeker, hukuka yönelik davet ve taleplere yol açarlar.
Bunlar hiçbir zaman bir ülkenin iç işlerine, yasal düzenine müdahale olarak algılanmaz, algılanmamıştır.
Nitekim Kavala davasıyla ilgili, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Haziran ayında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Osman Kavala ile ilgili kararlarını uygulamaması halinde Türkiye’ye yönelik ihlal prosedürü başlatacağını açıklamıştı.
Bunun öncesinde ve sonrasında da bu istikamette pek çok metin yayınlandı.
İnsan hakları ve sivil toplum örgütleri hukuka, AİHM kararına işaret ettiler, Kavala’nın serbest bırakılması talebinde bulundular. Devlet başkanları bu yöndeki uluslararası hassasiyeti Türkiye cumhurbaşkanına her vesilede aktardı. En nihayet birkaç gün önce, 10 ülkenin büyükelçisi ortak bir çağrıda bulundu.
Şöyle diyorlardı:
“Osman Kavala’nın tutuklanmasının üzerinden dört yıl geçti. Davanın, farklı dosyaların birleştirilmesi ve beraat kararından sonra yeni davaların yaratılması yoluyla sürekli geciktirilmesi, Türk yargı sisteminde demokrasiye saygıyı, hukuk devleti ve şeffaflık ilkelerini gölgelemektedir. Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda Büyükelçilikleri olarak Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleriyle ve milli kanunlarıyla uyumlu şekilde, bu davanın adil ve hızlı biçimde sonuçlandırılması gerektiği kanısındayız. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu husustaki kararları doğrultusunda Osman Kavala’nın derhal serbest bırakılmasının sağlanması için Türkiye’ye çağrıda bulunuyoruz…”
İç içlerine müdahale bahanesine sığınan her otoriter iktidar gibi, AK Parti iktidarı da, bu çağrıya gürültülü tepkiler verdi. Bakanlar, AK Partililer, Meclis Başkanı sıraya dizildiler. Şentop, ‘Türkiye’de devam eden dava hakkında, TBMM’de soru sormak ve görüşme yapmak bile Anayasa tarafından yasaklanmışken, mahkemenin nasıl karar vereceğini söylemek başka ülkelerin büyükelçilerinin hakkı değildir, büyük bir haddini bilmezliktir’ diyordu.
Mantıksız…
Zira istek, davayla ilgili değil, Türkiye’nin uygulamakla yükümlü olduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararıyla, hukukun devreye girmesiyle ilgili.
İronik…
Çünkü o zaman bu resmi açıklamalardaki hedef bizzat kendileri olmaya başlıyor. Görüş açıklayarak, davanın seyrine müdahale edenler bizzat kendi tarafları.
Erdoğan’ın Kavala’yla ilgili, “Soros türü, bazı ülkeleri ayaklandırmak suretiyle oraları karıştıran tipler vardır, Kavala onun Türkiye ayağı … Gezi olaylarının finansörü konumunda olan kişi … Bir manevrayla onu beraat ettirmeye kalktılar …” sözleri akıllarda, bu sözlerin sonuçları ortada.
Kavala’nın neden tahliye edilmediğini, davaya kimin müdahale ettiğini, verilmiş bir siyasi hükmün varlığını anlatıyor bu sözler.
Demokrasiyle, hukukla işleri yok anladık. Ama vicdanları da mı yok?