Kürt sorunu bakımından ortada fasit bir daire var. İzlenen yol mantıklı, kalıcı ve gerçekçi yol değildir.
Ülkede temel hak ve özgürlükler çıtasının iyice düşmesinin pek çok nedeni, açıklaması, iktidar tarafından dile getirilen “gerekçesi” var.
Bunlardan birisi şüphe yok ki Kürt meselesi. Bu konuda hakim olan güvenlikçi söylem ve ideoloji hem fiili hem simgesel olarak demokrasinin alanını daraltma, bunu “doğrulama”, bu istikamette kamuoyu desteği bulma işlevini ziyadesiyle görüyor.
Ne var ki, kim ne derse desin durum dünden farklı değil, tüm bu tür çatışmalarda olduğu gibi, mesele güvenlikçi bakışın sınırlarını fersah fersah aşıyor. Zira Türkiye’nin Kürt sorunu, kökü ve tarihi itibariyle etnik-siyasi nitelikli bir sorun.
Şu çıplak bir gerçek: I. Dünya Savaşı’nın sonunda Ortadoğu’da 1916 Sykes-Picot Anlaşması’yla yapılan paylaşım Kürtlere devlet kurma imkanı tanımamış, Kürt nüfusunu İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasında dağıtmıştı. Bu dört ülkede bugün itibariyle toplam 29 milyon Kürt nüfus bulunmakta, bunların 8.1 milyonu İran’da, 5.5 milyonu Irak’ta, 1.7 milyonu Suriye’de, 13.5 milyonu (toplamın yüzde 17.7’si) Türkiye’de yaşıyor. 1920’lerden itibaren bu Kürt topluluklar bu ülkelerde çeşitli yol ve oluşumlarla önce kimlik sorunlarının, zamanla kendini yönetme iddiasının peşinden koştular.
Hâlâ koşuyorlar ve koşmayı muhtemelen hep sürdürecekler. Bu arayış karşısında Türkiye ne yapabilir?
Yürünebilecek iki yol var: Şiddet veya siyaset yolu.
Siyasi iktidar ilk yolda yürüyor. Yaptığı, her tür ve her yerdeki Kürt siyasallaşmasını güç kullanarak sindirmeye çalışmaktan ibaret. Güç kullanımına dayalı strateji, sorunu siyasal mesele değil, bir örgüt ve kalkışma hali olarak ele almayı beraberinde getirir. Nitekim öyle oluyor. Ankara, Kürt meselesine sadece bir örgüt ve bir terör hadisesi olarak bakıyor. Tüm gücünü ve iç ve dış politik enerjisini örgütün, kalkışmanın ve siyasi taleplerin zemini ortadan kaldırmaya hasrediyor. Ama iş kaçınılmaz olarak örgütle mücadeleyi aşıyor, zemine müdahaleye dönüşüyor. Irak dahil Kürtlerin yaşadığı bölgeleri bir yatak olarak görüyor, bu bölgelerde Kürtlerin belli siyasi sınırları geçmesini bir beka meselesi olarak kabul ediyor, dahası bu yatağı mümkün olduğunca sivil alan da dahil denetlemek istiyor.
Ama şu açık: Türkiye bu mantık ve tanımlar çerçevesinde, diğer bir ifadeyle askeri araçlar ve güvenlik tedbirleriyle, özellikle ülke dışında Kürtlerin yaşadığı bölgeleri uzun vadede şekillendirme ve kontrol imkanına sahip değil.
Denetim kimi bölgeler bakımından kısmen mümkün olsa bile, ancak silahlar, yasaklarla gerçekleşebilir. Bunun faturası ise, bölgedeki insana, toplumlara, bize, demokrasiye çıkar yukarıda söylediğimiz gibi şimdiden çıkıyor.
O zaman ortada fasit bir daire var demektir. İzlenen yol mantıklı, kalıcı ve gerçekçi yol değildir.
Bunu en yakından bilenin, bilmesi gerekenin mevcut siyasi iktidar olduğuna şüphe yok. Nitekim, 2000’lerden itibaren Türk devletinin bu konudaki sert, dışlayıcı, askercil resmi politikalarını, güvenlik tedbirlerinin yetersizliğini görerek ilk kez esneten AK Parti olmuştu. Temel hak ve özgürlükler sahası ile kültürel varoluş alanının genişlemesi, demokratikleşme, bölge koşullarının iyileştirilmesi, siyasi hizmet üzerinden sosyo-ekonomik entegrasyon arayışı bu esnemenin ilk aşamasıydı.
İkinci aşama, bu hamlenin yeterli olmaması üzerine, devletin örgütle temas kurarak onu silah bırakmaya ikna etme, silahlı güçleri sisteme entegre etme fikri, bir bakıma çözüm süreci, yani siyasi yol oldu.
Aslında şiddet karşında siyasetin öyküsü, çözüm sürecinin başlangıç tarihinden daha eskiydi. AK Parti iktidarının 3’üncü yılı, 2005, PKK ve MİT arasındaki ilk ciddi diyalog yılı oldu ve hükümet tarafından ilan edilen demokratik açılım programıyla eşanlı gerçekleşti. Bunları 2008-2009’da MİT, başbakanlık temsilcileri ve örgüt yöneticileri arasında yapılan görüşmeler takip etti. Başarısızlıkla sona erse de, hükümetin onayıyla 2009’da Habur sınır kapısından kimi PKK’lıların Türkiye girmesi bir başka somut adımdı. Ardından, diğer temaslara oranla ete kemiğe bürünmüş, kısmen daha tanımlı, kamuoyuna deklare edilmesi itibariyle bir ilk olan 2013-2015 çözüm süreci dönemi geldi.
Çözüm sürecinin ilanından birkaç ay sonra, daha sonra düşecek olsa da, o an yayılan umut havasıyla, kamuoyundaki desteği 2013 Mayıs’ında 80’i aşıyordu.
Ama süreç başarısız olunca, AK Parti 1990’lı yılların politikasına geri döndü.
Peki süreç neden başarısız oldu?
Bu konu bir dönem çok tartışıldı ve tartışılmaya devam edecek.
Çözüm sürecinin mimarisi ve çatısıyla ilgili sorunlar bu başarısızlığın nedenlerinden birisiydi. Çözüm projesi her şeyiyle örgütün silahlı adamlarının Türkiye’yi terk etmesi ve geniş çaplı demokratikleşme iki başlangıç koşulu üzerinde kurulmuştu. Bu mutabakat sürecin başlaması ve ilanı için yeterli görülmüş, temel ilkeler, talepler, usuller tartışması zamana bırakılmıştı.
İkinci sorun tarafların karşılıklı güvensizliğiydi. Bir yandan çözüm süreci ve görüşmeler yürütülüyor, diğer yandan, güvensizliğin ürettiği, sürece aykırı yollar izleniyordu. Örgüt çekildiği yerlere devletin kale kollar yaptığını söylüyor, hükümet çekilmenin yetersiz ve sahte olduğunu söylüyordu.
Bunun işaret ettiği üçüncü büyük sorun aslında niyetlerle ilgiliydi. Niyetler farklıydı.
Hükümetin beklentisi, “demokrasiyle buharlaşma” esası üzerine oturuyordu. Çözüm süreciyle hedeflenen, PKK’nın silahları bırakması, yavaş yavaş buharlaşması, sorunun demokratik entegrasyon yoluyla kendiliğinden çözülmesiydi.
Öcalan’ın pozisyonunu ise iki kademeliydi. İlk kademede öncelik meşruiyet hali ile Kürt hareketi arasına ilişki yerleştirmeye verilmişti. Hedef, görüşme, temas üzerinden muhataplığa doğru ilk adımları içerecek bir sürecin tetiklenmesiydi. Diğer bir ifadeyleÖcalan’ın başlangıç siyaset tarzı, müzakere yaya çözüm sürecine yönelik kurucu ve bağlayıcı önkoşullardan çok, Kürt hareketinin, kendisinin ve PKK’nın kamusal alanda siyasi meşruiyetini kapısını aralamak üzerine kuruluydu.
Tüm çözüm süreçlerinde olduğu gibi görüşmeler, ilişkiler sırasında niyetlerin değişmesi, birbirine yaklaşması beklenirdi ama başka bir faktör devreye girdi. Suriye iç savaşı başladı.
Sorun, Türkiye zemininden kaymaya başladı. Kobane olayları bunun ilk göstergesi oldu. Örgüt hendek ayaklanmalı çözüm sürecini değil, Suriye’yi örnek aldığı ortaya koydu.
Süreç bu noktada bitti. Bedel ise büyük oldu. Sorun çok daha karışık ve katmanlı hale geldi, ABD, Suriye, Rusya gibi üçüncü ülkeleri oyuna dahil etti.
Ne var ki, siyaset her zaman Kürt sorunun çözüm için asli unsur olmaya devam edecek.
Bu belki mevcut koalisyonla olmayacak, ancak bir gün Türkiye o noktaya tekrar gelecek.