Türkiye belki hiçbir zaman kurumsal ve toplumsal düzeyde eksiksiz bir demokrasiye sahip olmadı. Buna rağmen çok partili evreden itibaren, askeri darbe dönemleri dışında, kurumsal, siyasal ve yargısal denetimin kısmen devrede olduğu demokrasi çabalarıyla yönetildi.
İçinde bulunduğumuz dönem bu bakımdan bir kopuşu ifade ediyor.
Yeni model ortada: Devlet düzeninde denetim unsurlarını içermeyen tek boyutlu hiyerarşik bir piramit var.
Piramitin en üstünde siyasi lider, altında ona bire bir bağlı, özerlikten azade yargı dahil tüm devlet organları, onların altında toplumun tüm sektörlerine müdahil ve amir kurumlar bulunuyor. Hiyerarşide mekanizma tek yönlü işliyor. Etkileşimi tavizsiz bir şekilde dışlayan yukarıdan aşağıya doğru çalışıyor. Bu yapıda siyasi lider esas ve kritik nokta.
Bu lideri, dayatmayla iktidarda olan otokratik benzerlerinden ayıran tek ayraç seçimler, liderin seçilerek iş başına gelmesi. Zira lider seçimlerden itibaren tüm ipleri eline alıyor, onun düşüncesi milletin düşüncesi olarak kabul ediliyor, atılan her adımın, her keyfiliğin meşruiyetle ilişkisi bu özdeşlikten hareketle kuruluyor. Velhasıl işin özünü, millilik-yerlilik şemsiyesi adı altında çoğunluğa dayanan serbest siyasi hareketler oluşturuyor.
Bu sistemin elbet kanunları, kuralları, anayasası var. Ama doğası gereği kurumsallaştırıcı pratikleri, bir tür siyasi içtihatları kurallardan çok önde.
Nitekim önceki evrelerde (seçim dilimi aralarında) siyasi iktidar, bu çerçevede, otokratik bir yargı resitali sunmuştu. İstemeyen kararlar veren mahkeme heyetleri dağıtılmış, yargıçları sürülmüş, liderin işaret ettiği, örneğin Kavala davasında tarif ettiği tarzda suçlar oluşturulmuş, hükümler verilmişti. Lider, beraat eden sanıkların, yeniden tutuklanması gerektiğini hatırlatınca, yargı buna göre işleyebiliyordu. Örnek pek çok…
Bu düzende, devlet organları içinde özerkliğini koruyan, korumaya çalışan, fiili kuvvetler birliğine, lider düzenine direnen tek bir yer almıştı: Anayasa Mahkemesi.
Ülkede mahkeme hükümleri dahil keyfi uygulamalar arttıkça Anayasa Mahkemesi önüne gelen hak ihlali dosyaları zamanla artmış, Anayasa Mahkemesi bu dosyalar hakkında hukuka ve AHİM içtihatına uygun kararlar verdikçe, iktidarın düzeni ve beklentileriyle tepkisini çekmeye başlamıştı.
Seçimler sonrası yeni dönemde Anayasa Mahkemesi de ilk ve açık hedef haline geldi.
Bu bir bakıma siyasi iktidarın otoriter tanzim, yapılanma, yeni sayfayı açtığını gösteriyordu. Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasındaki “mesele” kendiliğinden bir çatışmanın sonucu değil, bu sayfadaki politikanın somut bir kalemiydi. Mesele bir iktidar operasyonu, pratik ve uygulama yolumla kimi devlet organlarını kullanarak, diğer organları itibarsızlaştırma, devre dışı bırakma, tasfiye etme hamleleriyle ilgilidir.
Bahçeli’nin, Erdoğan’ın bu konuda özellikle Anayasa Mahkemesi konusunda açıklamaları ve tavırları ortada. Cumhurbaşkanlığı danışmanı, mevcut anayasanın mimarı Mehmet Uçum’un yazıları, yürütmenin bu meselenin tam içinde ya da tam ortasında olduğu gösteriyor. Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi’ne meydan okuması bunlardan bağımsız değil. Meydan okumasına gerekçeleri kamuoyuna bizzat Uçum tarafından anlatılıyor. Bu gerekçeler arasında milli hukuka dönüş gibi garip ve keyfiliğe işaret eden, neo-liberal hukuk gibi anlamsız, demokrasi, özgürlükler ve evrensel değerler bakımından unsurlar bulunuyor.
Evet, yürütme pilotta, Yargıtay sahada, Anayasa Mahkemesi hedefte…
Tam anayasal ihlal halinin içindeyiz…
Devran böyle yürüyor.