Bazı davalar Türkiye’nin son dönem siyasi rejimini simgeleyen unsurların önde gelenleri arasında yer alıyor.
Siyasi nitelikli bu davalar, soruşturma fasılarıyla, iddianameleriyle, kovuşturmanın akışıyla , hukuk ötesi bir duruma işaret eden, hatta mantık sınırlarını zorlayan bir anlamsızlık üzerine oturuyorlar.
Buna rağmen bu davalarda hükümler veriliyor, onanıyor, sanıkların tutukluluk halleri sürüyor. Durumun “siyaset” dışında başka bir izahı yok. Siyasetten kasıt da elbette siyasi iradedir, onun eğilim ve istekleridir.
Nitekim, siyasi iktidar bu davalardan bazılarını ideolojik söyleminin taşıyıcısı olarak görüyor ve bunu gizlemiyor. Velhasıl bu “kanuni süreçler” iktidarın “resmi siyasi bakış” dayatmasını, siyasi suç ve ceza tanımı yapmasını, tarih inşa etme çabasını anlatıyorlar. Buna ek olarak, iktidardan kaynaklanan keyfi bir hesap sormanın araçları haline geliyorlar.
Ahmet Altan’ın yargılandığı dava, Osman Kavala’nın Gezi kovuşturması bunlar arasında yer alıyor.
Ahmet Altan: Bir salındı, bir tutuklandı. Şimdi yine hapiste. Toplum ve siyaset, bu konuda bir kez daha üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi davranıyor. Ahmet, bir televizyon programında, her gözlemcinin yapabileceği gibi Gülencileri değil, ordu kurumunu ima eden eleştirel bir tespitte bulunduğu için, “Türkiye’de gerçekleşmiş askeri darbelerin önünü açan gelişmeler her ne ise, Erdoğan bugün aynı kararları vererek o yolları teker teker açıyor” dediği için tutuklu. Bu sözlerle “darbe çağrışımıyla subliminal mesaj verdiği”, yani darbecilerle işbirliği yaptığı iddiasıyla hükümlü.
Peki neyin siyaseti bu?
Bu siyaset, 17-25 Aralık’ta sivil darbeye soyunan Gülen cemaati ile yolsuzlukları ortaya çıkan AK Parti’nin savaşında, işe yolsuzluk cephesinden bakarak siyasi iktidarın karşısında duranlara, özellikle ön safı tutanlara yönelik bir had bildirme, hatta kişilere bağlı olarak bir intikam siyasetidir...
Osman Kavala: Gezi davasının tek tutuklu sanığı. Aleyhine isimsiz, güvenilmez, fanatik bir tanığın ulu orta sözlerinden ve saçma sapan sözlerinden başka delil yok. AİHM Kavala’nın gerek tutukluğu gerek kovuşturma süreciyle ilgili hak ihlali kararı verdi. Şu nedenlerle, Rıza Türmen’e kulak verelim:
“18. madde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin önemli bir maddesidir. Maddenin amacı (hak kısıtlamasını) iktidarın kötüye kullanılmasını önlemektir. Kavala davasında AİHM, 18. Maddenin ihlaline karar vermiş ve şu noktalardan hareket etmiştir: 1. İddianamenin inandırıcı olmaması: İddianameye konulan ve suç delili olarak gösterilen belgelerin pek çoğu Sözleşme’de yer alan hakların kullanılmasına ilişkin yasal eylemlerdir. 2. Zaman faktörü: Başvurucu, Gezi olaylarından dört yıl sonra tutuklanmıştır. Bu kadar zaman neden beklendiğine ilişkin olarak Hükümet, inandırıcı bir açıklama getirememiştir. 3. Cumhurbaşkanı’nın konuşmaları: İddianame hazırlanmadan önce Cumhurbaşkanı yaptığı iki konuşmada başvurucuyu suçlamış, iddianamede de benzer ifadeler yer almıştır.”
Son derece açık...
Anayasa’nın 46. Maddesine göre bu kararın derhal uygulanması ve Kavala’nın tahliye edilmesi gerekir, ama Osman sudan bahanelerle hala tutuklu.
Bir kaç gün önce Türkiye’nin 12 Barosu ortak bir bildiriyle durumu eşi görülmemiş bir keyfilik olarak ilan ediyorlardı.
Önceki gün Financial Times’da aralarında eski İsveç Başkakanı Carl Bilddt’in de bulunduğu 8 önemli isim ortak bir makale yayınlayarak, AİHM kararının uygulanmamasını eleştiriyor, “Türkiye Kavala’ya karşı takındığı tutumla İnsan Hakları sözleşmesinde taahhütleri ihlal ediyor ve dostlarını küstürüyor” diyorlardı.
Neden böyle oluyor?
Oluyor çünkü, siyasi iktidar Gezi olaylarının bir toplumsal tepki değil, organize bir darbe girişi olduğu kanaatini taşıyor. Bunu yeni ideolojik tutumunun ana eksini haline getiriyor ve suçlu arıyor, üretiyor, bu yolla kendisini doğrulamaya çalışıyor.
Olan Kavala’ya, hukuka ve ülkeye oluyor.
Ülkenin kara sayfalarında yer alacaktır bunlar.