Seçimler yaklaştıkça, Erdoğan’ın kaybetme ihtimali kuvvetlendikçe, muhalif kesimler hem enerji doluyor hem kim endişeleri nüksediyor.
“Ya iktidar hile yaparsa”, “ya bir yolunu bulup iktidarı bırakmazsa” soruları ortalıkta dolaşıyor.
Kimi akademisyenler otoriter, faşizan rejimlerin iktidarı hiçbir zaman devretmediklerine dair bazı makaleler yazıyor, konuşmalar yapıyor, başka ülkelerden, özellikle Latin Amerika’dan örnekler veriyorlar.
İnsanın kendisini böyle bir endişeye bırakmasını, bu tür endişeleri aktive edilmesi doğru bulmuyorum.
Her şeyden demokratik dönüşüm ikliminin bozulmasına yol açar.
Kaldı ki bu endişeler gerçekçi de değildir.
Türkiye, demokrasiler arasında da otoriter eğilimler arasında da, kendisine has bir ülkedir.
Tarihi, demokrasi ve otoriterlik arasındaki sarkaç hareketiyle geçmiştir. Darbeler, sivil faşizan dalga ve iktidarlar görmüş ama fasit daireyi her zaman kırmıştır. Bu ülkede sert otoriter uygulamalar kadar temelde bir demokratik beklenti, seçime dair bir sahiplenme ve meşruiyet hali vardır.
Demokrasiyi korumanın ilk kuralı, ona ve topluma olan inançtır.
Denebilir ki iktidar cenahından kötü mesajlar geliyor. Nitekim İç İşleri Bakanı Süleyman Soylu ve Cumhurbaşkanı Baş Danışmanı Mehmet Uçum, 14 Mayıs seçimleriyle ilgili “darbe” kelimesini telaffuz ettiler.
Soylu, birleşik muhalefeti, ülke dışında Türkiye’nin demokrasiye dönüş beklentisini, iç ve dış düşmanların yıllardır oluşturmaya çalıştığı bir darbe gücü olarak tarif etti, muhalefetin seçimleri kazanması halinde bu darbenin gerçekleşeceğini iddia etti.
Uçum ise iktidarın değişmesi halinde Türkiye’nin tam bağımsızlık hedefinin darbe alacağını söyledi.
Ne var ki, bunlar darbe imaları filan değil…
Bunlar kaybetme korkusunun ve kayıp endişesinin dışa vurması…
Bunlar, kaybedeceğini gören iktidar sahiplerinin, siyasi bakımdan sapkın denebilecek “teoriler”le kimi seçmeni korkutmaya ve tekrar iktidara çekme çabaları…
Bunlar aynı zamanda zihniyete neşter atan hamleler…
Soylu’nun, iktidar karşısında ülkenin tüm siyasi partilerinin seferber olmasını, Batı’da Türkiye’nin demokrasiye dönüş beklentisini, tek kalemde, darbeci güçlerin koalisyonu olarak tanımlaması başka nasıl ele alınabilir?
Kökenleri, değerleri, tutumları itibariyle “doğru”yu temsil edenler ve etmeyenler ayrımı üzerine kurulu bu bakışın adını koymak size kalmış…
Uçum’un tutumu daha derin, daha vahim…
Doğru ve mutlak arasında “teorik” bir ilişki kurmaya kalkıyor.
Siyasi doğru dediği, keskin, tavizsiz, tekçi, milliyetçi, devletçi ideolojik bir bakış... “Bu verili doğru kaybederse, verili tehdit kazanacaktır, bağımsızlık tehlikeye girecektir” diyor Uçum. Ona göre verili doğruyu en iyi taşıyan sistem, bizdeki başkanlık düzeni gibi kararı tek kişinin verili doğru istikametinde verdiği sistemler.
Bunun karşısında parlamenter sistem ise kırılgan ve tehlikeli. Zira uzlaşma gerektiriyor, farklılıklar arasında diyalog gerektiriyor. Bu da taviz demek ve tek doğrudan uzaklaşmak demek.
Uçum böyle buyuruyor, ama, aslında konu demokrasiyse, olması gereken budur.
Demokrasi kararların uzlaşmalarla alındığı, doğru olanın hak ve özgürlük zemininde diyalogla belirlendiği bir süreçtir. Uzlaşma toplumsal bütünlüğü besler ve doğru olanı göre kılar.
Doğru-mutlak arasındaki ilişki ise ürkütücüdür.
Karşısında kimse duramaz. Doğru, gerekirse kendisini şiddetle dayatır.
Uçum, bilerek ya da bilmeyerek otoriterlik tanımı yapıyor, otoriter yönetim ilkesi ve ruhunu anlatıyor.
Hazırladığı anayasa gibi...
Velhasıl uzak durmamamız gerekeni tarif ediyor.
Az kaldı, ona da cevabı sandık verecek…