Türk siyasal düzeni anayasal yapısıyla, sıradanlaştırdığı keyfi ve otoriter uygulamalarıyla, dayattığı çoğunlukçu sistemiyle, demokrasi ilkeleri bakımından uç bir noktaya gelmiş durumda.
Böyle bir düzenin seyri krizlerle iç içe olur, nitekim öyle oluyor.
İşsizlik ve yüksek enflasyonla yaşadığımız ekonomik kriz, gündelik hayatımızın bir değişmezi halinde.
Yargı, iyiden iyiye majestelerinin yan bahçesine dönüştü.
Kendilerini iktidarın para-militer kuvveti gibi gören mafya gruplarının siyasileşmesi, dövülen siyasetçiler, gazeteciler, tehdit edilen siyasi parti liderleri, ortaya dökülen yeni rant ilişkileri krizler silsilesinin son görüntüsü, son döküntüsü...
Bu düzeni üreten siyasi gücün hızla erimesi beklenir.
Gelin görün ki, öyle olmuyor.
Birey-fayda ilişkisine dayalı nedensellik ilişkileri bizde ve bu dönemde tam olarak çalışmıyor.
Evet, iktidar partisi örseleniyor, kısmi seçmen kaybına uğruyor. Ancak, tüm sarsıntılara rağmen yüzde 35 civarında destekle hala açık ara ülkenin en önemli siyasi gücü olmayı sürdürüyor.
Bunda, kimlik denklemi hala önemli bir rol oynuyor.
Çatışmacı, toplulukçu, alan kontrolüne dayanan, geleceği ve geleceğini bu alan içinde gören, “değer ve kaynak dağıtım sistemlerine” endeksli bir toplumsal varoluş algısı, tüm yeni sosyo-ekonomik girdiler ve kuşakların üzerindeki şemsiye olma işlevini kaybetmedi. Bu çerçevede, örneğin, muhafazakar kesimde AK Parti’yle birlikte kazanılan kültürel, siyasi, ekonomik alanların korunması refleksi kolay kolay gerilemiyor.
Siyasi davranışlarda hafifsenmeyecek bir rol oynayan ideolojik hassasiyetin rolü de bu kimlik denklemiyle ilgili. Yerli-milli vurgusu, askeri güce endeksli iddialı ve yayılmacı dış politika, güçlü siyasi irade kültürü, otoriter keyfilik ve krizler düzenine başka bir gömlek giydiriyor.
Dünyanın ve bölgenin iklimi de bu gidişata uygun...
Pek çok yerde, her ülke kendi geleneklerine, tarihine, kurumlarına oranla kaotik bir seyir, izliyor.
Siyasi parti düzenlerinin, toplum-siyaset ilişkisinin, siyasi katılımın kişi iktidarları karşısında diz çöktüğü, “siyasette şahsileşme”nin at koşturduğu bir dünyada yaşıyoruz. Umudu, gücü, değişimi bunlardan umut ediliyor, onlara güven duyuyor. Örnek, başkanlık düzenleri, Trump, Macron, Putin ve diğerleridir.
Ama paradoks büyük, zira daire fasit.
Güvensizlikleri, kaygıları, tepkileri üreten, bu şahsileşmenin kardeşlerinden birisi çok kültürlüğünün tehdit kabul edilmesiyse, bir diğer kardeşi neo-liberal düzenin aşırılıkları, ürettiği iktisadi eşitsizlikler.
O zaman teslim etmek gerekir ki, zehirleyen bir panzehir üzerinden liberal demokrasi kurumları ağır bir güven kriziyle karşı karşıya bulunuyor.
Kültürel kutuplaşmalar ve biz ve öteki duygusunu besleyen kültürel aidiyet-hassasiyetler, bu tabloda da kritik bir yere sahip.
Fransa’da, ABD’de aralarında kimi muvazzafların da olduğu asker grupları, hakim kimlik adına hükümet ve kimi siyasetçilere karşı açıklamalar yapıyor ve Batı’nın demokratik ön kabulleri yerlerde sürünüyor. Çok kültürlülüğü savunan düşünce adamları, akademisyenler ağır saldırı altında bulunuyor.
Türkiye’nin etkileşim içinde olduğu dünya böyle bir dünya...
Bu dünya ne Türkiye’den değişim bekliyor, ne de entegre olunacak, değişim baskısı üretecek bir model sunuyor. Tersine, Türkiye’den, istisnalar dışında, güvenlik tamponu görevi talep ediliyor, mevcut rejimle uzlaşılıyor.
Türkiye değişmek istiyorsa, sadece kendi iç dinamiklerinin estireceği rüzgara güvenmek zorunda...
Aksi halde, keyfi ve otoriter siyaset hattı, geri dönüş ihtimalini iyece zayıflatan bir derinleşme yaşayacaktır.
O zaman, karşımızdaki soru, iç siyasi dinamiklerin seferberliği, siyasi anlamda muhalefet sorunudur.
Nasıl?
Haftaya...