İstanbul seçimleri sonrası ‘Cumhurbaşkanı söylemini hafifletecek mi? Muhalif bakışı dışlayıcı tutumu bir yana bırakacak mı?’ diye sormuştuk. Erdoğan, yumuşama istikametinde hiç bir adım atmadığı gibi mevcut siyaset tarzında ısrar edeceğini gösteren hamleler yaptı.
Haziran İstanbul seçim sonuçları sonrası, Temmuz ayı başında, bu sayfada yayımlanan bir değerlendirmede şu soruları sormuştuk:
“AK Parti politikalarının oy kaybına yol açtığını düşünerek, beka söylemini hafifletecek mi? Muhalif bakışı dışlayıcı tutumu bir yana bırakacak mı? Baskıcı ve yönetici basın politikasından geri adım atacak mı?
Yanıt olumsuzdu. Erdoğan’ın angajmanları, devlet içi ittifakları, yönetim ve kriz anlayışı, özellikle endişeleri üzerine kurulu iktidar algısı, geri dönüş kapılarını sıkı sıkıya kapıyor, hatta bildik Erdoğan pragmatizminin alanını iyice daraltıyordu.
Nitekim o gün bugün Erdoğan, yumuşama istikametinde hiç bir adım atmadığı gibi mevcut siyaset tarzında ısrar edeceğini gösteren hamleler yaptı. Merkez Bankası Başkanını görevden alması, ekonomi politikalarını Türkiye ile Batı dünyası arasındaki savaş ve seferberlik mantığına dayandıran yaklaşımı yeni yollarla ima etmesi, “meşru toplum ile “terör örgütleri ve işbirlikçi” ayrıma dayalı söylemdeki fikri takip bu konuda açık örnekler.
Ancak, AK Parti’nin siyasi güzergahını belirleyen faktörler arasında bir konu var ki, o, farklı bir kalem oluşturuyor, belki de sert Erdoğan zihniyetinin “aşil topuğu”na işaret ediyordu. Bu kalem, AK Parti’nin MHP’ye yaptığı siyasi, söylemsel, ideolojik tam ittifak hali ve bunun sonuçlarından meydana geliyor.
Türkiye gibi faydacı bir siyasi kültürde, özellikle Erdoğan gibi keskin iktidar güdüsüne sahip bir aktörün değerlendirme tarzında siyasi kayıp-kazanç hesabının, mevcut anlayışları, angajmanları aşan, en azından zorlayan farklı bir mantığa sahip olması beklenir.
Nitekim, bu çerçevede, AK Parti’nin cumhur ittifakıyla ve cumhur ittifakı içinde sürekli bir kan kaybı yaşaması, bunun kanıtlar ve rakamsal verilerle ortada olması, Erdoğan’ın bu ittifakı, ittifakın keskinliğini gözden geçirme ihtimalini masada tutuyordu. Kaldı ki, cumhurbaşkanı bu konuda bir bahis oynamış, 31 Mart İstanbul seçimlerini beka ve ayrımcılık politikasının ideolojik sahibi MHP’yle el ele iptal ettirmiş, bunun bedelini 8 puanlık yeni bir kayıpla ödemişti. Siyasi kariyerindeki bu ilk büyük hata ve kaybın muhasebesini kendi içinde yaparken, cumhur ittifakının bundaki payını görmesi, en azından faturayı bu ittifaka çıkaracak bir stratejiyle partisinin “sivil” kimi vurgularına dönüş kapısını aralaması, MHP’ye kısmi bir mesafe koyması şaşırtıcı olmazdı. Neden sonuç ilişkilerine dayanan ortalama bir rasyonel bakış bu tür muhtemel bir okuma ya da benzer tutum gerektirirdi.
Bu hususta da, en azından şu aşamada, ortaya çıkan sonuç bunun tam tersi. Erdoğan, beka söylemi, bunu ulusal ve bölgesel “anti-Kürt” (hareket anlamında) siyasi hassasiyete bağlayan tutum ve MHP’yle ittifakı konusunda pekiştirici açıklamalar yapıyor, adımlar atıyor.
Seçimlerden bir süre sonra cumhur ittifakının orta vadede kalıcı bir yapı olduğunu sıkça vurgulayan çıkışlar bunlar arasında. Suriye’de güvenlik hattı tartışmalarının aldığı biçim, Ömer Çelik’in deyişle “zorlayıcı diplomatik yol ya da zor kullanma” unsurları, bunun siyasi dilde kullanılma tarzı, savaşçı ve meydan okuyucu eda, Erdoğan’ın izlediği dış politika gerekleri kadar, iç siyasette devletçi-beka blokunu pekiştirme hamlesi olarak da karşımıza çıkıyor. İç siyasette Kürt meselesinde “sert alan kontrolü”ne dayanan politikanın da bu çerçevede devam edeceği anlaşılıyor. Akademi ve fikir dünyası ile Kürt sorunu arasındaki her tür teması kriminalize ederek koparan iktidar tutumunun yeni örnekleri, Diyarbakır’da bundan 7-8 yıl önce yapılan kimi toplantılara katılan akademisyenler, gazeteciler ve sivil toplum örgütü üyeleri hakkında ciddi sonuçları olabilecek, terör örgütü üyesi olmak ithamına dayalı iddianamelerle devam ediyor. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği imzacı akademisyenlerle ilgili aklayıcı karara karşı yayınlanan 1071 imzalı akademisyen bildirisi, her yanından siyasi iktidarın iletişim ve organizasyon imkanları altında bir girişim kokusu veriyor. İktidarın, son dönemlerde iyiden iyiye Erdoğan ve çevresinin düşünce kuruşu haline gelen SETA’nın basın kuruluşları ve gazeteciler hakkında hazırladığı garip ve bir andıcı andıran, farklı tüm fikirleri kumpas faaliyetleriyle ve Batı ülkelerinin hesaplarıyla ilişkilendiren metin bir başka demokratik kirlilik halini oluşturuyor. İktidar cephesinin post-modern para-militer bir yapısını andıran, psikolojik bir savaş aygıtı gibi hareket eden Pelikan grubunu Erdoğan’ın ziyareti, bu grubun faaliyetlerini artık açık olarak sahiplenme, bunu teşvik etme anlamı taşıyor. Cumhurbaşkanı partisinin kongresine ve daha sonra çıkacağı Türkiye’ye gezilerine, karşına çıkacak Davutoğlu ve Babacan hareketlerine karşı hamleye de muhtemelen bu çerçevede hazırlanıyor.
Görünen o ki, Erdoğan rasyonalitesi ile ortalama rasyonel bakış arasındaki ilişkiler iyice kopmuş bulunuyor.
İstişarenin, kolektif aklın, kritik bakışın ve seslerin olmadığı, tek fikre, adama, otoriteye bağlı düzenlerin kaderi ve tarihi hep böyle olmuştur. Bu tür düzenler kendi ürettikleri dar alanın dili ve ekonomi politiği üzerinde sörf yaparlar. Öneri, eleştiri, siyaset bu alanda var olmanın, bu alanın muhafazası üzerine kuruludur. Alan muhafazanın imkanları sınırlı olduğu ölçüde, araçları sert ve katıdır. Bu düzenin gereklerine, liderinin beklentilerine destek ve onay verme, aksini yapanı dışlama üzerine kurulu Beştepe ve devlet düzeni de aksine müsaade etmiyor.
Erdoğan’ın rasyonalitesi de, en iyi senaryoyla, “ayakta kalma”, “siyasi varoluşu sürdürme”, çıkışı olmayan labirentte bu gerçeği reddederek sıkışmış olma refleksinde yatıyor. Erdoğan muhtemelen siyasi düzende, anayasal yapıda, ekonomik politikada her hangi bir geri dönüşün inandırıcı olmayacağını, siyaseten kendisini zora sokacağının, 15 Temmuz sonrası sırtını dayadığı müttefikleriyle çatışmaya iteceğini ve bunun bir uçurum olduğunu düşünüyor.
Ancak ilerlediği yol da başka bir uçurum.
Türkiye’nin geleceğine dair analizler ve tahminlerde de, nedenselliklere dayanan, kriz-bedel, kriz-değişim gereği gibi rasyonel bakışlar yanında, belki onlardan daha çok, Erdoğan’ın kendi rasyonalitesine bakmak gerekiyor.
Bu da bize iktidarın izleyeceği yol ve Türkiye’yi sokacağı iklimle, sıkıntılı bir 3-4 yıl vadediyor.