Ne var ki, siyasetin bizdeki şekli bu değildir.
Ataerkil siyasi bir kültür, rehber ve lidere verilen anlam ve önem, dar alanda yaşanan topluluk itişmeleri ve teşkilat içinde yapılan yer tutma, yol alma faaliyetleri buna izin vermez. Kurumlar, yapılar, siyasi partiler gücü taşıyan, iradesiyle çeliği bile bükebileceğine inanılan kişilere ve liderlere bağlı kılmıştır. Bizim hikayemizde demokratik nitelikli toplum siyaset bağını koparan esas unsurdur bu,
Yakın tarihimizde siyasi partilerin yaşadıkları büyük tıkanıklar, program, ilke, kurumsal kimlik meseleleri kadar, belki bunlardan daha çok İnönü’den Erdoğan’a lidere endeksli bir elitler mücadelesi ve yer değiştirmesiyle ilgili olmuştur. Bu mekanizma siyasi partilerde demokratik siyaset alanını daraltan önemli bir faktördür. Zira bu işleyişte, “müzakere, katılım, uzlaşma” gibi unsurlar, kağıt üzerinde varlığını korusa da, asli karar alıcı şahsileşmiş güç merkezleridir. O zaman değişim şemsiyesi bu rüzgar altında açılmakta, doğal olarak sık sık o rüzgarla ters dönmektedir.
1950’den bu yana geçirilen pek çok evreye, verilen pek çok kavgaya, kimi kesimlerin kazandığı alanlara rağmen, Türk siyasi rejiminin geldiği son aşamada bu ağır geleneği, anayasası, yasaları, yeni uygulamalarıyla yerleşik hale getirmesi başka nasıl açıklanır?
Bu fasit daire neden hiç kırılmaz?
Çünkü zor bir coğrafyada yaşarız ve bu coğrafya toplumsal, siyasal, kültürel geleneklerimizi besler ve zamana dirençli hale getirir.
Toplumsal mutabakatlara ilişkin derin sorunlarımız vardır. Daimi çatışma halindeki farklı değer sistemlerinin yarattığı ‘taraflaşma’ bu açıdan ülkenin değişmeyen meseleleri arasında yer alır.
Toplumsal dokumuz bizatihi kırılgandır, toplum olma sorunumuz bulunur. Farklı cemaatlerin birbirine değmeden yan yana yaşadıkları Osmanlı’nın milletler sistemi âdeta sosyolojik ve yeni bir yüzle devam eder.
“Cemaatçi bir siyasi kültür”e sahibizdir, cemaat içi dayanışma, cemaatler arası kuralsız yarışma siyasi anlayışımızın temelini oluşturur. Böyle olunca eylem ve arayışlarımızda “ilke” yerine “fayda” daha önde yer alır. Siyasetteki partizan eğilimler, doğal bir popülizm de bu yüzden yakamızdan düşmez.
Otoriter bir devlet geleneğine sahibizdir. Dün askerî vesayeti soluyorduk, bugün ataerkil siyasetin hegemonyasıyla bunalıyoruz.
Tüm yakın tarihimiz, aslında bu meselelerle, yani kendi yapısal sorunlarımızla baş etme, bu sorunları yönetilebilir bir şekle sokma ve çağın dinamiklerine ayak uydurma çabaları içinde geçmiştir.
Ve o büyük soru hep baş köşede durmuştur:
Toplumun farklı kesimleri, cemaatleri, toplulukları, grupları arasında bağlar, köprüler, geçişler kurup “demokratik, sivil, eşitlikçi bir medeniyet projesini” inşa edebilecek miyiz?
Türkiye’nin kimi kuşakları, grupları zaman zaman, toplumsal iradenin etkisiyle aydınlarının itişiyle, taşıyıcı bir siyasi gücün oluşmasıyla, bir araya gelmiş ve bu sorulara olumlu bir yanıt vermiş, tarihsel determinizme meydan okumuştur. AK Parti, böyle bir örnekti. Bir meydan okumayla başladı, bu meydan okumayla destek buldu. İlk dönemi, toplumsal siyasalı kuşattığı bir evreydi ve fasit dairenin kırılabileceği umutlarını bu nedenle taşıdı. Ama sonra siyasi-kültürel yer çekimi devreye girdi, önce bu projeyi baş aşağı çevirdi, sonra AK Parti’yi bu projenin anti tezi, karşı gücü haline getirdi.
Son yerel seçimler bu tabloda yeni bir sıçramaya, en azından sıçrama ihtimaline işaret ediyor. Toplum, bu seçimlerde kendisini ve ağırlığını hissettirdi. Muhalif seçmen kendi iradesiyle CHP’de toplandı. Bir yenilenme arzusuna işaret etti, yeni siyasi tahayyül gerekliliğini talep etti.
Bu bir fırsata dönüşebilecek mi? Bu kez taşıyıcı gibi görünen CHP, toplumun kuşama ve yönlendirmesinin hakkının verebilecek mi?
Önümüzdeki dönemin en önemli soruları bunlardır.