Siyasi iktidarın, yeni kayyımlar, Ayasofya, Batı’ya restleşme, sosyal medya düzenlemesi gibi bazı adımlarını, “akılcı” bulmayan bir bakış var. Şaşırtıcı değil.
Zira yakın gelecekte seçim yok. Kısa vadeli ve ani milliyetçi kabarmaları besleyecek, özür örtecek tür çıkışların bu anlamda karşılığı yok. Ayrıca anketler cumhur ittifakı oy oranlarının düşüşte olduğu söylüyor. Neden olarak ise, keyfi-şahsi-otoriter politikalar gösteriliyor. Bu durumda siyasi iktidarın kendisine zarar veren, kaybettiren bir çizgide ilerlediği varsayımı gündeme geliyor ve gidiş “akılcı” bulunmuyor.
Peki, bu varsayım doğru mu? Söz konusu varsayım, aslında, demokratik rasyonalitenin bir ürünüdür. Toplum-iktidar ilişkilerine dair, kimlik baskısından arınmış, evrensel değerlerin önemini bilen, bireysel çıkar-karar ilişkisini siyasi davranışa yansıtan bir nedensellik mantığından yola çıkar. Yanlış bir mantık olmamakla birlikte, kimi kültürlerde, siyasi hareketliliği açıklamak için tek başına yeterli değildir.
Nitekim, “siyasi iktidarın ekonomik ve sosyal başarısızlıkları oylarını düşürür”, “yüksek enflasyon, yüksek kur, ekonomik kriz, iktidarın altını oyar” tarzı denklemler Türkiye gibi ülkelerde, ancak büyük fırtınalara dönüştüğü zaman, daha önemlisi bu çerçevede birey çıkarı kadar topluluk çıkarını da altüst ettiği zaman anlam kazanır.
Peki, Türkiye bu noktaya geldi mi? Çok emin olmamak gerek.
Elbet, bu istikamette önemli gelişmeler yaşanıyor. Farklı değer sistemlerin kişiler düzeyinde oluşan sentezi, keyfi siyasetin tüm grupları kuşatan bir şekilde meşruiyet sınırlarını zorlaması gibi unsurlar bunlar arasında yer alıyor. Özellikle ilk unsur, 1990’larda filizlenen, AK Parti’nin ilk döneminde yerleşen geri çevrilemez önemli sosyolojik girdidir. Bir süredir, özellikle son yerel yönetim seçimlerinde ortaya çıkan siyasi eğilim de bir ölçüde bu girdinin sonucudur. Bu siyasi eğilimin ise, çatışmaya mesafeli, merkezin yeniden inşasını talep eden, adalet-meşruiyet ilişkisini önemseyen toplumsal bir dip dalga olduğu açık.
Ancak bu dalga henüz, Türkiye’nin yukarıda belirtilen noktaya geldiğini gösterecek güçte görünmüyor. Zira, dengeleri değişse de, siyasi bir kutuplaşmayla birlikte seyrediyor.
O zaman, cephenin diğer tarafına geçip önce şunu sormak gerek: Cumhur ittifakının yüzde 40-45’lik seçmen kitlesi bu kutuplaşmaya ne anlam veriyor?
Belli ki, ekonomik krizler, keyfi-popülist siyaset tarzı, hukuk devleti alanındaki gerilemeler henüz, en azından muhafazakar kesimin büyük parçası tarafından için “topluluk” çıkarına zarar veren gelişmeler olarak algılanmıyor.
Hatta tersi söylenebilir. Topluluk çıkarı önemli ölçüde bunlar üzerine temellendiriliyor.
Buna paralel olarak, topluluk tanımında da kimi unsurlar yer değiştiriyor. Nitekim bugün muhafazakar aidiyet konusunda özellikle siyasi meselelerde milliyetçiliği yedeğine alan dindarlık yerine, bugün dindarlığı taşıyan bir milliyetçilik öne çıkmış durumda.
Kürt meselesindeki muhafazakar tutuculuk, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi karşısında tartışmayı bile engelleyen, muhafazakar kesim tavrı, üreyen mahalle iklimi buna açık örnekler değil midir?
Velhasıl özellikle makro siyasi konularda toplulukçu davranış ve algı, bireysel olan karşısında mikro alanda olduğu ölçüde gerileme yaşanmıyor.
Türkiye’nin cumhur ittifakı elinde git gide büyük ve geleneksel sağ temalara ilerlemesinin, sivillik iddiasını iyice kaybetmesinin asli nedenlerinden birisi budur.
Erdoğan-Bahçeli ikilisi, bugün, muhafazakar seçmene içeride disiplinli, lider esaslı ve yerel değer sisteminin hükümranlığında, dışarıda ise fiili güç kullanımına, militarist tavır ve başarıya endeksli bir özgüven politikası vadediyor ve yürütüyorlar.
Otoriterliğin rasyonalitesi bunlar üzerine oturuyor.
Toplumsal merkez arayışı ne denli ciddiyse, bu eğilim de o denli ciddi.
Erdoğan’ın son dönemde attığı tüm adımlar. bu “disiplinli toplum, güçlü devlet” modelinin tahkim edilmesine dayalı. Ve bu tür adımlar atılmaya devam edecek gibi görünüyor.
Otoriter mantığın, kendi tanımları içinde ve kendisi bakımından kurucu bir işlevini olduğunu unutmamak gerekir.
O zaman siyaset alanı sadece muhalif siyasi partilerin eleştiri, itiraz, çatışma karşıtı merkez, demokratik rasyonellik iddiasından, bunun meydana getirdiği sahadan oluşmuyor demektir. Özellikle başarılı-güçlü-özgüvenli devlet fikri, bunu taşıyan dış politika, bundan beslenen toplulukçu-milliyetçi dil önemli bir siyasi alanı ve siyasetin hala hakim unsurunu oluşturmaktadır.
Karşılaşma yeri burasıdır