İktidar pratiğinin beslediği tepkisel milliyetçi iklime, duyguların siyalleşmesi haline, suç karşısında keyfi ve kimliğe yönelen yargı tutumuna pararel seyreden bazı gelişmeler yaşanıyor.
Bu gelişmeler “öteki” kabul edilen kesim ve inançlara yönelik hoyrat davranışlar ve şiddet gösterilerinden oluşuyor. Bunlar arasında, tekil oldukları varsayılan, ancak belli bir zaman diliminde bir yekûn oluşturan ve kamuoyu tarafından geçiştirilen, Hristiyanlara ve mahallerine yapılan tacizler, saldırılar var.
Üzerinden henüz bir yıl geçmedi. 19 Temmuz 2019’da, Gebze’de, Üsküdar Cankurtaran Kilisesi üyesi olan 19 yaşındaki bir genç, boynunda haç kolye taşıdığı için kişinin fiziki ve sözlü saldırısına uğradı.
4 ay önce, 15 Şubat 2020 tarihinde, Ankara Ortaköy Mezarlığı’nda Hristiyanlara ait 19 mezar tahrip edildi.
Aynı gün Trabzon’da Santa Maria Katolik Kilisesi’nin mezarlığında bir kabrin haçı kırıldı.
1,5 ay önce, Mayıs başında Surp Astvazazin Ermeni Kilisesi’nin dış giriş kapısının yakıldı.
2 ay önce, Mayıs sonunda Kuzguncuk Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi’nin kapısındaki haç bir saldırgan tarafından söküldü.
Haziran başında, Rakel Dink ve avukatı ölüm tehdidi aldı.
Kimilerinin failleri yakanlandı, ama bu çok şey ifade etmiyor.
Türkiye, bu tür olay dizilerini tesadüf ya da tekil olarak görmenin pek mümkün olmadığı bir ülkedir.
Deneyimler insanın aklına, bu tür olaylarda, belli niyetle belli hedeflere yönelik “derin” faaliyetleri getirir.
2000’lerin başında, bir anda ortaya atılan, MGK’ya dahi taşınan “misyonelik faaliyetleri iddiaları”, ardından rahip Santoro’nun öldürülmesi, diğer rahip saldırıları, bunları Dink cinayeti’nin takip etmesi, bir süre sonra Malatya’da hrıstiyan katliamı böyle bir olaylar zinciriydi.
Tüm bu hadiseler Türkiye’de siyasi gerginliklerin en hareketli olduğu zamanlara denk geldi. AB ve karşıtlarının sert biçimde karşılaştığı, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı ihtimalinin devlet krizine yol açtığı, askeri muhtıranın verildiği, Anayasa Mahkemesi’nin baskı altına alındığı o çatışmalı siyasi ortamı daha keskinleştirdiler.
Devamı da geldi.
Ortada yanıtları hala belirsiz, ama güncel olan sorular var.
Bu vahim olaylar, o günlerde çok kişinin düşündüğü gibi, AB, Batı, Hrısitiyan, Ermeni karşıtlığı üzerinden milliyetçiliği tahrik etmek için yapılan eylemler miydi? Yoksa, başka bir kesimin iddia ettiği gibi, askeri olağan şüpheli ilan ederek ordunun tasfiyesine zemin arayan FETÖ’nin el verdiği bir faaliyetler miydi? Ya da bu olaylar zincirini mümkün kılan, failleri cesaretlendiren, altan alta, bazen açık açık öven, bir siyasi düzen ve iklimin sonuçları mıydı?
Hrant Dink cinayeti sonrası, yakalanan tetikçi Ogün Samast’ın güvenlik görevlileriyle elinde Türk bayrağı verdiği poz, benim gözünde, her zaman her yönüyle o cinayeti simgelemiştir.
Gerçek muhtemelen bunlarının hepsinin kesiştiği bir noktadadır.
Bugün de siyasi iklim benzer.
Politik olarak asayiş ve demokrasi hattı arasında kuvvetli bir gerilim var. Siyasi kutuplaşma, dil, söylem buna göre şekilleniyor. Fay hattının merkezinde bu kez, başka bir “öteki”, Kürt meselesi üzerinden Kürtler bulunuyor.
Süreklilik bariz: Özneler değişiyor, çoğalıyor ama onlara atfedilen anlam ya da beslenen keskin “öteki” fikri ve politikası aynı kalıyor.
Son altı ayda yaşanan gelişmeler, en iyi ihtimalle, bu öteki fikrinin, toplumda dalgalar yayılan suç ve cezada keyfilik ve kimlikçilik tutumunun bir sonucudur.
Bu gelişmeler daha duyarlı olmayı, üzerine gitmeyi, talep etmeyi gerektirir.
Bu her şeyen önce gazetecilerin ve basının işidir.