Dün kapanma öncesi son gündü. İstanbul’da Orhan Veli’nin şiirinden aşina olduğumuz insanı deli eden bir hava vardı. Güneşin en çok yakıştığı ve en çok güzelleştirdiği şehirlerin başında İstanbul gelir. Güneş yüzünü gösterdimi bu şehirde, ağaçların boyu uzar, börtü böcek raksa tutuşur. Deniz en güzel renge bürünür. İstanbul boğazına has bir güzelim, başka denizlerde olmayan bir mavilik. Gören gözler şifa, bakan gönülleri kendine hayran bırakan bir aydınlığa sahip. Gemilerin boğazı yarıp yarıp sahillere yol alışları, gemilerin burunlarında yayılan köpüğün çizgi çizgi halka halka halkalanışı... Dün, şehri yaşayanlara şehrin sunduğu bir terapi günüydü sizin anlayacağınız.
Hayal Hanım aradı: Hocam dersi Kuruçeşme Parkı’nda yapabilir miyiz?
Doğada ders yapmanın salgın başladığı dönemden ekrana mecburi kıldığımız öğrencilere birer şifa olacağını da aklımdan geçirerek ne iyi olur dedim.
Kuruçeşme’ye indik. Parklar her ne kadar doğanın yerini almasa da betonların yeşil alanları yok etmekte dur durak bilmediği İstanbul’da halen insanların nefes aldığı yerler.
Sokak hayvanlarının, insanların bir arada pazarlıksız, mülkiyetsiz bir arada nefes aldıkları alanlar.
Masayı, sandalyeleri yeşilliğin bağrına yerleştiriyoruz. Gençler doğadan bihaber hayat yaşayınca. Boşlukta kalıp ayakları muntazam oturmayan masa ve sandalyelere alışmakta zorlanıyorlar. Sağını solunu evirip çevirdikten sonra oldu olacak bununla idare edelim gençler diyorum. Çimlere basıp denize yönümüzü tutuyoruz. Denizden gelen Zemheri rüzgarı teni ısıran bir soğukla aman üşütmeyelim gençler deyip montlarımızı ihmal etmiyoruz.
Haydi bakalım ders başladı, ile kikir kirkir gülen gençlerin değmeyin keyfine.
Bir yandan da alışkın olmadıkları bir güzellik. Ne ekran yorgunluğu ne dört duvar hapsi.
Yukarda gök aşağıda doğal zemin. Duvarsız dört bir taraf. Ekran doğanın şifalı, dinlendirici dinginliğinden müteşekkil. Önümüzde bir çam ağacı, çam ağacında karınca yuvası.
Açık hava dersinde iradeleri yeni yeni filizlenen çocukların kikirdemesi hoşuma da gidiyor. Benim de içimden kahkahalar yükseliyor.
Ders başlıyor. Çocuklar kalem. kağıt, kitap İle dalıyorlar kargacık burgacık harflerin arasına. Beş dakika sonra bir köpek sandalyelerin yanına gelip çocuklara beni de dersinize alın dercesine dizlerinin dibine uzanıyor.
Onların derse başlaması İle zihnimde ilkokulu okuduğum köy okulu canlanıyor.
Bahar gelince öğretmenimiz de bizi doğaya salardı. Köyde uyku hariç tüm günümüz doğada geçse de uzun kıştan sonra baharın gelişine doyamazdık. Bu ruh halimizi bilen öğretmenimiz bizi dört duvar arasında tutamayacağını bilir. Dersleri her gün başka bir çayırda yapardı.
İlkokul birden beşe kadar kırka yakın öğrenciydik. Başımızda Ecevit Hükümeti döneminde dört aylık öğretmenlik eğitimi alan bizim yöreye ait babacan bir öğretmenimiz vardı. Devlet nezdinde, beş sınıfa bir öğretmen köy yerinde yeterdi.
Papatyaların ortasına serilir. Elde kalem, kağıt ; akıl bir karış havada her dersimiz doğayı devlet dersinde keşfetmekle geçerdi.
Hacı leylek eşiyle bir gözü avında bir gözü bizde olurdu. Turnalar katar katar üstümüzden göletlere konardı. Sazanların, derinin kaynağına doğru yumurtalarını bırakma göçünü akıntıya ters zıplayışlarından görürdük. Soğuktan çıkmanın sevinci karıncalara toprağın altını üstüne getirme çalışkanlığına hemen koyulduğunu farkına varmadan oturduğumuz yuvalarının üstünden derimizi ısırmalarından hissederdik. Arılar tepemizde. Kızlar telaşlı. Arılar kız öğrenciler ile telaş oyunu oynarcasına saçlarına konar. Kızların git deyip elini sert sallama oyununda arılar öpücüğü kızların göz kapaklarına kondururlardı. Beş dakikalık ağlama acının geçmesine yeterdi.
Kurbağaları, sonradan dinleyip hayran kaldığım Berlin Filarmoni Orkestrası’na benzetirdim. Öyle bir şevkle vıraklamaları vardı ki kıyameti kopartırlardı. Karasal iklime has kavak ve söğüt ağaçlarının domurları gözümüzün önünde patlardı. Kengerin dikene durması elimizde yaşanırdı. Avuçlardık çiğdemlerin renga renkliliğini. Elma ağaçlarının açmak için acele etmediğini de sabra yorardık. Sabreden derviş, muradına ermişe dönüşürdü dersimiz. Ovadan yayılan koyun kuzu meleşmeleri; anne yavru sevgisine yorar. Annemizi babamızı daha çok sevme arzusunu içimize yerleştirirdik. Yıllardır okulların vermediği değerler eğitimini doğa şıppadak içimize işlerdi. Atların kişnemelerini, serkeşliklerini; özgürlüğe yorar. Ders bitince evin yolunu atları taklitle koşardık. Çubuktan değildi atımız. Her evin atı olurdu köy yerinde.
Eşekler hep eşek kalırdı duvar diplerinde. Ağır, aksak, yük taşımak dışında bir meziyet bulmazdık onlarda.
Her gün müzik dersimiz olurdu. Hayatın kendisi bizim için bir müzikti. Doğanın içinde her canlı kendi zikrini bir müzik şöleni halinde virde çevirirdi. O virdin içinde fıtrat ile halkolunan bizlerde doğanın henüz bir nüvesiydik. Sesimizi bir dünya bırakın biz çocuklara ile katardık doğanın ses cümbüşüne. Bizde doğanın senfonisine virdimizi eklerdik.
Dört duvar arasında yaptığımız haylazlıklara kızan öğretmenimiz açık hava derslerinde bırakın kızmayı gülüp geçerdi. O da yaşına başına bakmadan katılırdı öğrencilik oyunumuza.
Dönüyorum konumuza nereden nereye geldik. Tarım toplumunu devlet dersinde geri kalmışlığın günah keçisi sayıp tefeye koyduk. Sanayi toplumuna özendik. Özentimize doğru çocuklarımızı doğadan alıkoymaktan daha fazla yol aldık. Bari parkları beton binalardan koruyalım. Çocuklara oralarda nefes alacak alan bırakalım.
İçimden Ziya Hoca’nın kapanma sonrası her sınıfa bir gün açık havada ders yapma imkanı ortamı oluşturması geçiyor. Keşke çocuklar bir günde olsa öyle bir ders ile hayatlarına bir anı bıraksalar.
Belki bir arı onların da saçına konar, bir köpek onların da dizlerinde uyur, gölgesine sandalye attıkları ağaçtaki karıncalar onların da teniyle tanışır.
Ben yazıyı bitirirken boynumda bir şeyin dolaştığı hissini alıyorum. Elimi götürdüğümde parkta yaslandığım ağacın üstündeki karınca yuvasından kalma karıncayı elimde buluyorum.