Rahatımızı Kaçıran Kitaplar

Ali Barskanmay

Olayın nasıl geliştiğini sonradan öğrendim. On beş tatilden sonraki ilk haftalardan birinde ilkokul öğretmenim, babama “Sizin çocuk aklı başında, okuyacak birine benziyor. Ona şehirden bu kitabı alın.” demiş. Alınacak kitabı bir kağıda yazıp babamın eline tutuşturmuş.
Okuma yazma bilmeyen, Türkçe’yi askerde öğrenen babam, köyden şehre giden kırıkçı Ömer’e öğretmenin yazdığı kağıdı verip şehirden kitabı alma ricasında bulunmuş. 1980’li yılların köy yerinde defter silgi kalem açacak bir masraf. Şehirden kitap almak kimsenin alışkın olmadığı başka bir masraftı. Tarım topraktan başka geliri olmayan insan; sofraya konacak aşa, başını koyacak dama şükreder ve fazlasını istemez.

Şubat da kış korunun en harlı dönemi. Kuşun kurdun yaban hayatının açlıktan ölümü göze alıp ev içlerini yokladığı günler. Yahya Kemal’in “KAR MÛSIKÎLERİ” şiirinde bahsettiği “Bin yıl sürecek zannedilen kar sesi” mısrasındaki senfoni derin sessizliğin kapladığı her yerde çalınır. Dünyanın büyük yalnızlığında Sezai Bey’in şiir diliyle bir beyaz melek gibi Tanrı kar olur gökten yağar. Güvercinleri anımsatan kar, bizi terk edip giden kuşların yerine beyaz meleğin tüyü gibi bölük bölük gökten uçardı. Karın üç dört ay yerde kalması kabullenilmiş bir Tanrı buyruğuydu. Kar ve hüzün yan yana durur. Akşam sıcak sobaların başında bedenler ısınınca şükür de gelip hüznün ve yoksulluğun yanında yerini alırdı.
Evler, kara gömülü siyah bir leke. Kardan başını kaldırıp göğe yükselen dumanlar. Bir mağaradan girip çıkan cılız insan bedenleri.
Kar hayatı esir mi alıyor yoksa kirden arındırıp hayata renk mi katıyor, bilinmezdi. Ama şunu duyardık görmüş geçirmişlerden: Kışı çetin geçen yılın baharı yazı bereketli olur. Kar altında yatan toprağın bereketlenmesi umut olurdu çetin kuştan kurtulmaya.

Güneşin kara söz geçiremediği şubat günlerinde taş evlerin toprak damları donar. Kar ksitalleri toprak damlarda sarkar. Kara taşlar birbirine kenetlenir. Ayazın ev içlerinde nefes alıp vermesine mani olur. Öğlen güneşi parlayıp damın toprağına vurmaya çalışsa da akşam soğuğu tez yetişir. Toprağın içindeki buzun eriyip şıp şıp şıplamasına izin vermezdi.
Köy yerinde insanın dışarı çıkıp nefes aldığı tek yer toprak dam. Çocuklar; öğlen ve akşamüstü damlara çıkar. Seksek, aşık, misket oynar. Delikanlılar köşe kapmaca, birdirbir oyunlarıyla damdan dama atlardı.

Kış gelmeden uçup giden kuşlardan kala kala serçeler ve kargalar bizimle kalırdı. Serçeler, silkelenen sofra bezlerinin döküntüleri, ot yığını ve saman artıkları içinde kurumuş tohumla beslenir. Karınlarını doyurunca dam saçaklarında birbirine sokulur. Şubat soğuğundan merhamet umarlardı.

Kargalar, kavak ağaçlarının tepelerine tüner. Gözlerini ufka diker. Karınlarını doyurmanın denklemini kurar. Unutsuzca havalanırlardı. Yer gök kar kalesi. Nereye uçsalar nereye konsalar nafile. Ne dalda meyve ne yerde börtü böcek. Yoksulluğun cılız bedenlerde kol gezdiği köy yerinde eşeleyecekleri çöp, yere düşen ekmeğin dahi yerden alınıp üç öpümlükten sonra yendiği yemeğin atığı da olmazdı. Ezop’un karganın ağzındaki peyniri tilkiye kaptırması tahammül edilir değildi. Karganın aptallığı tilkinin kurnazlığı bir yalandı.

Böyle bir şubat günü annem babam hayvanları gözetlemem için hayvanların başına beni dikip ahırda işe güce koyuldular. Kar üstünde kuru otlarla beslenen hayvanların karın doyurmalarını çocuk aklıma seyrederdim.
İkindi sonrası şehirden dönen 50 NC hırıltısını duyurdu. Köy yoluna şehir görmüş olmanın sevinciyle girdi. Kar senfonisine sabah akşam batan tek sanayi iğnesiydi 50 NC. Araba sesinin kesilmesinden 15-20 dakika sonra Mehmet’in kapının eşiğinde avazı çıktıkça beni çağıran sesi. Üç beş bağırmadan sonra ses tonunu daha bir yükseltip: “Koş koş Ömer Amca sana şehirden bir kitap getirmiş. Kitabın içinde kedi bile var.” Beş yüz metre uzaktan gelen bağırtıya yöneldim. Mehmet, elinde kitapla bana el sallıyordu. Seslenmeye kaçıp kaçmamak arasında babam el arabasıyla ahırın kapısında belirdi. Yüzüme baktı. Gülümsedi. El arabasından elini çekip başını eve doğru yöneltti. Hadi koş,dedi. Kendimi bir solukta Mehmet’in yanında gördüm. Kitabı bana uzatmaya vakit bırakmadan elinden kaptım. Kedinin olduğu sayfaya baktım. Sayfaları hızlı hızlı çevirdim. İçinde neler yoktu neler. Kitabın içinde Alaaddin sihirli dünyasından çıkmış gibi renkli bir dünya: Hikayeler, masallar, resimler, fotoğraflar, alıştırmalar, bilmeceler, bulmacalar, kadiler, kuşlar… koca bir dünya. Oku oku dön başa yine oku.
Kitap ilkokullar için hazırlanmış 450 sayfaya yakın bir ansiklopediydi. Ansiklopediyi baştan sona kaç defa okudum bilmiyorum. Kitabın basıldığı yayınevinden Cağaloğlu İstanbul adresine kadar her sayfasını ezberledim. Beş sınıfın bir arada ders gördüğü okulda öğretmen kitabı gündüz benden alır. Çocuklara ezberlenecek şiirleri, çözülecek soruları ansiklopediden yazdırır. Akşam bana verirdi. İlkokulu bitirinceye kadar böyle sürdü.

Ansiklopedi, rahatımı kaçıran ilk kitap oldu. Ondan öğrendiklerim köydeki rahatımı kaçırdı. Tahammül göstermeyip seferde karar kıldım.
O gün bugündür okuduğum her kitap rahatımı kaçırmaya devam ediyor. Okuduğum kitabı bitirip kapattığımda içindekiler günlerce aklımdan gitmiyor. Yakaladım dediğim rahatımı bir tırtıl gibi kemiriyorlar.
Rahatımızı kaçıran kitaplar olmasa bu dünyanın kahrı da çekilir mi, diye zaman zaman soruyorum kendime.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (13)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.