Kahramanımızın adı Hayat Hanım olsun. Kendisiyle geçtiğimiz haziranda tanışmıştık. Hanımefendiliği, nezaketi, ikramı ve güleryüzüyle bir İstanbul Hanımefendisiydi. Çocuklarını tanıtıyor bize. Küçüğü yaşına göre pek hareketli ve muzır. Büyüğü 6.sınıfı bitirmiş. Gereğinden fazla içine kapanık. Olsun deyip ilk görüşmelerde çocuklar kendisi olamıyor. Arkadaşım itiraz ediyor ilk gördüğün ile sonra göreceğin aynı olmayan çocuğun kişilik ayarında sorun vardır. Arkadaşımı erken karar verme önyargısıyla itham ediyorum. Arkadaşım, kimin haklı olduğunu kimin haklı olmadığını göreceğiz edasında hınzırca gülümsüyor.
Kapıdan çıkarken elimize tutuşturulan hatırı sayılır markanın çikolata paketi beni haklı çıkartılacağına yoruyorum. Gülümsemesini çürütür edasında Dostoyevski’nin mujik kahramanlarına işmar attırdığı gibi arkadaşıma işmar atıyorum.
Yaz boyunca çocuğu uzaktan kontrol edip çalışmalarını takip ettik. Dalgalı seyreden okumaları, yarım ağızlı geri dönüşlerini yaz tatilinin rehavetine yordum. Güneş, deniz, tekne, kum, arkadaş, dijital dünya, lebi derya dijital oyunlar, her istediğini yapma imkanı…
Devrin çocukları ne kadar şanslı. Bu cümleyi her ne kadar buraya yazsam da devrin çocuklarına acıyorum. Kendileri olmalarına izin vermeyen ne çok şey var.
Çağa uygun olmayan ve sosyal medyada beğenisi olmayan bir cümle bırakıyorum buraya:” Doğanın alıp, kucaklayıp, sevip,canını yakmadığı her çocuk biraz yarımdır.”
Yaz günleri her ne kadar uzun olsa da bir tatlı huzur almaya gidenlerin gecesi kadar kısa.
Çocuk sadece dağılmıyor yaz tatillerinde. Ebeveyn de işin gücün okulun sorunların derdinden kurtulup kendini şezlonga atınca her şeyi unutmaya bırakıyor.
Selçuk Şirin’e göre uzun yaz tatilleri yüzde her yıl 15’lik eğitim kaybına neden oluyor.
Derken aylardan Eylül. Okullar salgına inat uzun süreden beri kilitlenmiş sınıfların paslı kapılarını açtı. Çocuklar okul yolunu tutsada akılları halen tatilinin rehavetinde. Kendisi sınıfta hayaller denizde, kumda, güneşte…
Günümüzde okul demek; sınav, başarı, ödül, ceza, rekabet, en iyi olmak, okulun dış kapısında çocuğunun başarı haberini beklemek, aferin, bravo, yıldız almak... Başarı zehriyle soslanmış rekabet.
Belki de okul budur veya buydu biz fazla anlam yüklemiştik. Veya yüklüyoruz.
Kahramanımız Hayat Hanım yaz tatilinde kişisel gelişim kitapları okuyup başarıya giden yollara dair epey malumat sahibi olmuş. Liberal dünyanın rekabetinde başarı merdivenlerini tırmanıp dünya markası olan insanların, markaların başarı hikayelerini şezlongda okuyup çocuğunu hayata hazırlarken onlardan mukayeseler ile kes yapıştır bir hayat kurmuş kafasında.
Tatil biter bitmez kolları sıvadı kahramanımız. İstanbul’da en iyi okulları kazanan çocukların ebeveynleri ile görüştü. Başarıya hazırlayan kursları, öğretmenlerin telefonlarını aldı. Vakit kaybetmeden çocuğunun elinden tutup o kurs senin bu kurs benim seviye belirleme sınavlarına sokup çıkardı çocuğunu. Gözünde yaz çapağını silmeye vakit bulmayan çocuk patır patır dökülmeye başladı. Kurslar Hayat Hanım’ın başarı hırsını görünce onlar da hırsın etinden sütünden yararlanma pazarlığına girdiler.
Başarı patentini üzerine geçirmiş nitelikli okullara hazırlayan markalı öğretmenler geliyor ile eve ders için anlaştı.
Spor, sanat olmadan olmaz diye kulağına kar suyu kaçıran başarı biyografilerine uyarak çocuğun iki gününe de basketi yerleştirdi.
Çocuk okuldan çıkar çıkmaz kendisinin iyi bir geleceğe sahip olması (!) için Hayat Hanım tarafından hazırlanmış ideal bir program.
Tıpkı devletin bizim için her şeyin en doğrusunu bilip yapması gibi. Bireyin ve çocuğun varlığı senaryoya uygun bir dayatmayı oynamak.
Ben üçüncü şahıs olarak bu tabloyu şöyle okuyorum: Okul, kurs, basket, özel öğretmen dört koldan elini çocuğun boğazına koymuş çocuğun hayata dair nefes alan bütün soluk borularını çocuk nefes alamıyorum dedikçe dört koldan sıkıyorlar.
Buraya bir not düşelim; birde bu programın aksine çocuğunu çayıra salıp elini eteğini çocuktan çekip hiçbir şey yapmayanların hali de var.
Hayat Hanım’ın isteği üzerine üçüncü şahıs olarak görüşürüz. Hayat Hanım, gittiği kursu, aldığı özel dersi, basketi önümüze koyuyor.
Hayat Hanım’ın “başarı” hırsına kitlenen ve hiçbir şeyi görmeyen halini görünce kendimi hariçten gazel okuyan konumunda görüyorum.
Hayat Hanım’ın hırsına karşı çıkıp programın yanlışlığına dair konuşmak kendisini daha çok programa sarılmaya iteceğini düşündüğüm için susuyorum.
Gözlerimin içine bakıp ille de benden bir şeyler söylememi beklediğini görüyorum. Ancak benden duymak istediğine dair sözler beklediğinin farkındayım. Çocuğu özel mülkiyeti gibi görüp istediğim gibi hazırlarım diyen bir egoya ne desem demediğim söz beni kahreder. Arkadaşım; çaresizliğimi, çocuğa dair üzüntümü, dilimde tuttuğum sözleri görüyor. Ve imdadıma yetişiyor: “Çocuk sizin. Siz güngörmüş bir İstanbul Hanımefendisisiniz.
Nasıl uygun görürseniz öyle yaparsanız.” sözleriyle beni bir şeyler söyleme mengenesinden kurtarıyor.
Hayat Hanım’a demediğini buraya not düşeyim belki birinin yarasına merhem olur: Çocuğun doğru bir ekosistemde yaşaması başarının öznesidir.
İngiltere’nin en çok okunan yazarlarından ALEXANDER MCCALL SMITH “BERTIE’in DÜNYASI” adlı eserinde mevzuya evrensel bir bakış ekliyor
“Bertie’nin problemi onu küçük bir çocuk değil,
bir proje gibi gören hevesli annelerden birine sahip olması. Böyle anneler bir ordu gibi ve pek çok oğlan hayatlarının geri kalanını görünmez, ama kuvvetli bağları kesmekle uğraşarak geçiriyor. Bertie tipik bir çocuk olmak istiyor. Eğlenmek, diğer çocuklar gibi oynamak, annesinin programının yapmasını engellediği diğer şeyleri yapmak istiyor. Ama bunu yerine annesinin zorunlu kıldığı İtalyanca öğrenmeye, saksafon çalmaya ve çocuklar için yoga dersine katılmaya zorlanıyor.
İnsanlar Bertie’nin özgürlüğüne kavuşmasını, kaçabilmesini istiyor.”