Kuzguncuk; tarihte bağı, bahçesi, bostanı, ineği, sütüyle İstanbul’un geleneksel Boğaziçi köylerinden biriydi. Evliya Çelebi’ye göre Fatih zamanında “Kuzgun Baba” adlı veli bir zatın buraya ikame edilmesine binaen “Kuzguncuk” adını almış. Kuzgunlar, buranın Kuzguncuk olduğunu biliyor mı bilmem ama İstanbul’da kuzgunların en çok yuva kurup yaşadıkları semtlerin başında burası gelir.
Kuzguncuk koruma altına alınınca tabiatı olduğu gibi kaldı. İki ve dört katlı kâgir evlerin ve ahşap konakların birçoğu elden geçirildi. Bakımı yapıldı. Renklendirildi. Sosyal medyada gündem olmasının önü açıldı. Youtuburlar Kuzguncuk’a aktı. Çekimler, videolar derken Kuzguncuk kendi küllerinden yeniden doğdu.
Kasım’ın son cuması Hasanali Yıldırım Bey ile Kuzguncuk Liman Kafe’de buluştuk. Geçtiğimiz günlerde kar İstanbul’a serpiştirse de bugün hava açık. Güneş, soğuğun belini kırmış. İstanbul’a gümüş tepsi içinde aydınlık bir gün sunmuş. Denizin kımıldayan dalgalarına cam parlaklığı katmış. İnsanın üstüne üstüne gelen deniz, kendisine bakanın gözlerini kamaştırıyor. Maşallah dedirtiyor insana. İstanbul gezmelerine doyamayanları sahile davet ediyor. Sahili arşınlamaya kışkırtıyor.
Hasanali Bey Liman Kafe’nin müdavimi. Kitabıyla çayıyla çantasıyla ben gelmeden cam kenarında iki kitap iki kahvelik masaya kurulmuş. Cam dibinde oturdun mu Kuzguncuk’un hareketliliğine, güne hazırlanışına da şahit oluyor insan. Geçip giden hayatlar, hayaller, martılar, kediler, arabalar, yorgun belediye otobüsleri. Kediler, İstanbul’da ekmek elden su gölden rahatlığına kavuştukları günden beri aslan edasındalar. Bir salınışları var ki kaç asırdır şehrin sahibi biziz aslanlığı onlarda.
Saat ondan sonra gün ışıyıp güneş sıcak yüzünü gösterdi mi Kuzguncuk’un emeklileri, emektarları kafeye birer birer dökülüyor.
Onlar ki hayata tutunmanın hazan mevsimindeler. Seksenlere merdiven dayamış, hayal ettikleri müddetlerini yaşamış, İstanbul’un güngörmüş hanımefendileri, beyefendileri her gün bu saatlerde burada buluşuyor. Hal hatır sormalar, şakalaşmalar. İnce ironiler. Nezaket, zerafet, jest mimik, efendimler, teşekkür ederimler, emir cümlelerinden arınmış ricalar, minnetler, ince ince işlenen iltifatlar, narin narin oturup kalkmalar. Kafenin ön kısmı kısa sürede kibarlık müzesine dönüşüyor.
Kuzguncuk’un hafta sonu iğne atsan yere değmeyecek kalabalığı hafta içi yerini semt müdavimlerine bırakıyor. Kuzguncuk dediğin orada ikame edenler için halen bir mahalle. Kahvesi, kafesi, camisi, cemaati, manavı, kasabı, esnafı, partisi, partilisi hasılı insanların birbirine aşina olup birbirlerini selamladıkları birbirleriyle şakalaştıkları bir mahalle.
1980’li yılların “Perihan Abla” dizisi burada çekilmişti. Çocuk yaşta bizleri ekranın başına toplayan Perihan Abla dizisinde güçlü bir mahalle yardımlaşması vardı. Bizler yurt odalarında mahallenin yardımlaşma güveni içinde geçen Şakir ve Perihan abla çekişmelerini güle oynaya izlerdik.
Sonradan iktidar yalakası asker postalı yalayıcı, gazeteciler güzelim mahalleyi baskı kelimesiyle zehirlediler.
Ben kafeye gelenleri gözlemlerken okumak için önerisine başvurduğum Hasanali Bey okumamı istediği kitabı masamıza bırakıyor. “Frenk diyarında bizden birini okumak lazım.” sözüne binaen Refik Halit’in “Memleket Hikayeleri” kitabını masaya bırakıyor. Böylece Memleket Hikayeleri de masada yaşadıklarımıza şahit oluyor.
Seksenlerine dayamış bir hanımefendi. Tezgahtara yanaşıyor. Tezgahtar ile hasbıhal ediyor. Hanımefendi de tepeden tırnağa güngörmüşlüğün, İstanbulluluğun hali var. Hayat henüz onun ruhuna yük değil. Zihni dinç. Ses tonunda dominantlık. Saç baş bakımlı. Kıyafeti, şalı, kundurası, pantolonu, kabanı pırıl pırıl. Uyumda modacılara nal toplatır. İki dirhem bir çekirdeklik. Yalnız kendisi değil gelen diğer arkadaşları da öyle. Giyim de zerafet. Dilde nezaket. İnsani ilişkilerde edep, adap.
Tezgahtar hanıma çay siparişi veriyor. Bir yandan da onunla hasbıhal ediyor. Hasbıhalde neler yaşadıklarını bilmiyoruz ama tezgahtara itiraz tonunda “Allah’ın adını andım. Olmaz. Allahını seversen. Kabul edemem.” sözleri herkese kendini duyuruyor. Sonradan öğrendiğim iki çay parası verip diğer çayı yarım saat sonra alacağını söylemiş. Tezgahtar para almayınca veya başka biri onun çay parasını vermek isteyince kabul etmemiş. İtirazı bunaymış.
Çayını alıp yanımızdaki masaya kuruluyor. Yüzü kapıdan yana. Kafeye girip çıkanları gözlüyor.
Hanımefendi’nin masasına yaşına yakın bir hanımefendi oturdu. Gelenler selam vermeden, hal hatırını sormadan, kendisine takılmadan, kendisiyle şakalaşmadan geçmiyor. Kısa sürede oturduğu masa ve masanın etrafı doluyor. Cemiyet insanı olduğu cemaati cemiyeti sevdiği halinden belli. Gelenlerin de kendisininde hali vakti yerinde. Cumhuriyet’in modern yüzleri onlardaki yüz.
Hasanali Bey bunlara aşina. Birçoğunu tanıyor. Konuşma aralarımızda onların söylediklerine kulak veriyor, hal hareketlerine dönüp bakıyoruz. Neşeleri, cıvıllıkları bize de sirayet ediyor.
Masasına kurulan hanımefendiye ve etrafındakilere “Alman usulu yapalım. Hayat pahalı. Herkes kendine ısmarlasın. Kimse kimseye bir şey ısmarlamasın.” sözlerini nutuk havasında irad ediyor. Hakkında suizanda bulunup emekli cimriliğine yoruyorum bu halini. Zandan sakınınız buyruğuna itaat etmememin bana pahalıya mal olacağını düşünemedim.
Sonra başından geçen bir olayı etrafındakilere anlatıyor. Geçen günlerden birinde kendisinden yardım isteyen bir dilenciye hastayım, eve gidemem deyip tanıdığı esnaftan kendisi adına dilenciye 200 lira vermesini rica etmiş. Sonra da pişman olmuş. “Ben hayatımda yalan konuşmam. İlk kez yalan konuştum. Neden yalan konuştum ki? Ben nasıl böyle bir hata yaptım? Ben neden yalan konuştum. Hasta olmadığım halde hastayım dedim. Eve gidip para almaya üşendim. Allah beni affetsin.”
Hasanali Bey “Ne güzel hatanızın farkına varmışsınız.” deyince “Ah evladım ! Ben aslında böyle hatalar yapmam ama nasıl olduysa bilmiyorum yaptım. Allah beni affetsin. Allah beni affetsin.” pişmanlığını affını tekrarlayıp durdu.
Son çaylarımızı almak için kalkıyorum. Tezgahtara üç çay söylüyorum. Biri demli olsunu ekliyorum. Hasanali Bey Rizeli. Çay gibi çay içmekten yana. Hoş Hasanali Bey yeyip içtiği okuyup izlediği her şeyin künyesine vakıf biri.
Bizim çayları masaya bırakınca Hanımefendi’nin masasına da bir çay bırakıyorum. Hanımefendi, tezgahtara “Benim çayımı erken bıraktın. Ben sonra içecektim.” deyince tezgahtar, bizim masayı göstererek “Beyefendiler size çay iktam ettiler.” demesiyle bizim masaya yönelmesi bir oldu. “Ben içemem, bana üç çay fazla gelir.” diye çay ikramımızı reddediyor. İkramı kabulü için rica minnette diretince ağzındaki baklayı çıkarıyor: “Evladım ben Beykoz’dan Kuzguncuk’a gelin geldim. Ben gelin olup yola çıkmadan Beykoz’da Hacı annem vardı. O bana başkasının ikramını kabul etme. Bu ülkede faiz var. Ben Faiz olan yerde başkalarının ikramlarını, bana bir şey ısmarlamalarını kabul etmiyorum.” Hasanali Bey ile birbirimize hayretle bakıyoruz bakmasına lakin hanımefendi asaletindeki perdenin bir hikmetini de bizimle paylaşmış oluyor.