Yıllar önce bizim köye bir imam atandı. İmam, medrese ve mektep tahsili görmüş. Geleneği ve modern hayatı bilen insanı da ikisinin ortasına yeleştiren güngörmüş biriydi. Yaşlıya da çocuğa da gence de heybesinde gönül alıcı kalbe şifa hali sözü yüzü vardı.
Bayramlarda İmam, bayram namazı kıldırdıktan sonra bayram yemeği verilen herhangi bir evde gençlerle kahvaltı yapar. Sonrası 40-50 hanelik köyü gençlerle ev ev dolaşır, yaşlıların hal hatırını sorar, gençlerin delikanlı yanlarını yola getirir, çocuklarla şakalaşır, bayramlaşmadık bir insan bırakmazdı. Herkesin gönlüne vecd haliyle ibadet eder gibi dokunurdu. Gönül ehline de gönlünde yer açardı.
Ev ziyaretleri bitince genç çocuk yaşlı kim varsa beraberinde: “Haydi şimdi sıra asıl bizi bekleyenleri ziyarete” der, köye 5-10 dakika uzaklıkta mezarlığın yolunu tutardı. Kendisi önde diğerleri arkada. Diğerlerinde ben de olurdum.
Kabristanı; varlar, yaşıyorlar, içimizden biriler gibi selamlar. Sonrası bir köşede oturur. Yüksek sesli; Yasin, Amme, Tabereke, zemmi süreler ve dua ile bitirirdi kabir ziyaretini.
İmam köyde kaç yıl imamlık yaptı bilmem lakin bayramlarda ev gezmeleri sonrası kabristan ziyaretini gelenek haline getirmişti bizde.
İmam köyden gideli epey olmuştu. Köyler de kent oldu. Hermann Broch “Vergilius’un Ölümü” romanında şair karakterin ağzından söylediği “Artık tarla sürmeyen, tohum ekmeyen, hareketleri gökteki yıldızların hareketiyle uyumlu olmayan” köyler var. Eski çamlar bardak oldu.
Geçtiğimiz Kurban Bayramı’nı köyde geçirdim.
Geleneği sürdüren kalmamıştı. Gençlerle son evde çay, sohbet, dinlenme derken yanımızdakilere kabristanın yolunu tutalım dediğimizde üşenen, dudak büken, işim var diyenler aramızdan ayrıldıktan sonra birkaç kişiyle kabristanın yolunu tuttuk.
Kabristana selam verdik. Kabirlere göz gezdirdik.
Askerde şehit düşen kabrin baş ucundaki ağaç gölgeliğine oturduk. Dijital dünyadan okumaya başladı içimizden biri. Sükunet içinde kulak kesildik.
Güneş tepeye yakın. Börtü böcek maşallah. Nebatat tekmil nevşü nema bulmuş. Rüzgarın hafif esintisine başını tutup onun merhametine başını okşatan envai bitki. Toprağın bağrında güneş ve yağmurdan beslendikçe boy vermişler. Bitkilerin dirim dirim diriliğine bakıp imrenen taşlar çatlama arefesinde.
Yoncalar, tilki kuyrukları, korungalar, çayır üçgülleri, sığır kuyrukları, sopangiller, dulavratotu, kılçıklı otlar, süpürge otu ve daha niceleri. Ömürlerinin en dirimli aylarında kendi diriliklerini kabirdekilerin yokluklarıyla birleştirip saltanat sürüyorlar.
Güneş yükselince börtü böcek boş durur mu? Onlar da mezarlıktaki tilavete eşlik ediyor. Cırcırın cırıltısı yeri göğü deliyor. Çekirgelerin güneşe serenatına diyecek yok. Zıplayıp zıplayıp yer yurt edinmekte kararsızlar.
Arıların kıpır kıpırlığı. En güzel çiçeğin bir kanat çırpması kadar her yerde olmasından neşelerine diyecek yok. Bir arı, önümdeki çiçek tozlu bitkiye konuyor. Taramalı tüfek gibi dişleriyle tüm bitkiyi tarayıp çiçek özü arıyor. Bulamayınca başka bir bitkiye, derken bir başkasına ve sonunda mor çiçekte aradığını buluyor. Bulduğunu ağzına alıp Kur’an tilavetine vızıltısını ekleye ekleye havalanıyor.
Bülbül sesine benzer bir kuş. Çocukluğumda ya denk gelmediğim ya da anımsamadığım bir kuş. Karnı sapsarı.Gagası turuncu. Kanatları sarı turuncu karışımı. Tanrı’nın sanat harikası şaheseri. Gölgelendirdiğimiz akasya ağacında. Yukardan bizi gözetliyor. Kur’an tilavetinin nefes alışverişlerinde üç beş saniyelik ötüyor. Ötüşü bariton ayarında. Ötüşü doğanın dirimine senfoni oluyor. Çağrışımlar, iç yolculuk, anımsamalar, yokluk, varlığın huzurlu hali…
Serçelerin de onlardan geri kalır yanı yok. Şu serçelerin sabırsız hali. Daldan dala, bir yerden başka yere konma ivedilikleri. Onlarda merhametin kıpır kıpır hayat bulmuş halleri var.
Güneş yükseldikçe sıcaklık artıyor. Taşlar ısınıyor. Gri yeşil karışımı bir kertenkele gelip taşa sere serpe uzandı. Kertenkelenin soluk alışverişleri, çenesinde oluşan küçük baloncuklar ve sese yönelen bakışları. Bu arada “Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: Ey Kavmim, sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun.” ayeti yükseliyor okuyucunun dilinden. Perde perde göğe yükselen bu yankı kaç asırdır yankılana yankılana evrenin engin alemlerinde başka sesler ile birleşip kim bilir kaç ruha merhem oluyor? Kaç sadra şifa zerk ediyor?
Önümde bir uğur böceği. Uzun süredir yoncanın yaprağında bekliyor. Kanat açıp kapattı. Tanrı’nın dilini terk etmeye varamadı hali. Birkaç kanat çırpınmadan sonra tilaveti dinlemeye bırakıyor kendini. Yasin’in ortalarına doğru okuyucunun da cezbe hali artıyor. Nağmesi yükseliyor. Mısırlı kıraatçıların yolunda üç elif uzatmaları belirginleştirdi. İç yolculuğumuzun derinine daldırıp daldırıp çıkarıyor bizi. “Âmâk-ı Hayal” misali hallerden hallere seyr-i süluk ettiriyor bize.
Önümden geçen iri cüsseli siyah bir karınca, karıncanın ağzında bir çavdar parçacığı. Onu takip eden karınca sürüsü. Tek sıra halinde az ötede dışarı çıkardıkları kışlık erzakları yeni erzaklarla değiştiriyorlar.
“Biz ölülerimizle yaşarız.” diyor Y. K. Beyatlı.
Şehirde taşa, betona, zifte, asfalta, arabaya, gürültüye boğulan ve bunlardan kaçıp bayramın bir anlığında sığındığımız mekan ve Kur’an tilaveti bize zaman perdesini açtı, tatlı bir intizar, nurlu bir neşe mükâfatı yaşattı. iki dünya arasında mekik dokuyan kalbimizbu hale meftun kıldı.
Ölüm eski hüznünü yaşadığımız asırda kaybetse de Yahya Kemal’in “Eylül Sonu” şiirinden bir mısra gelip dilime dolanıyor:
“Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor”