İstanbul sabahında yollar, arabalar, meydanlar, kaldırımlar, duraklar insan kaynıyor. Bilhassa metrosu, iskelesi olan semtlerin sabahı insan mahşeri. Araçlar, gemiler, metrolar; harıl harıl insan taşıyor insan kusuyor mu demeliydim. İnsan keşmekeşinden kaybolmamak elde değil. Kolay değil tabi İstanbul’un AVM’lerini, okullarını, hanlarını, sabah doldurup akşam boşaltmak.
“Bir değirmendir bu dünya” demişti Zarifoğlu.
İnsan keşmekeşinden kaçıp bilinç sahilinde denizin koynunda dinlenmeye çekiliyorum.
Gemiler, maviliğin hürriyetinde patiska çarşaflar gibi yırtıyor denizi ortasından. Denizi pervasızca yarıp geçiyor. Tıpkı çitçinin çift sürerken sabanın toprağı yarıp geçmesi gibi. Geminin yardığı yerden süt beyazı köpükler. Denizin koynunda kıvrılan balıklar. Deniz, parmaklarından süt içmeye çağırıyor balıklarını.
Deniz mavi bir atlas. Kımıl kımıl. Yeni sağılmış süt kovası. Dalgası hafif. Beşik kıvamında. Bakılması doyumsuz. İnsanın Yunus olası geliyor. Dalıp mavi patiskanın koynunda balığın karnında kaybolası geliyor.
Gemiler. Onlardaki ne talih! Tüm gün mavi atlasta. Batmadan serin serin. Bir o yana bir bu yana. Deniz bu. Dikeni, taşlığı, pürüzü, pütürtüsü yok. Ne kanatıyor ne kanırtıyor. Beşik gibi sallaması da cabası.
İstanbul denizi de deniz. Merhametli. Denizlerin efendisi, efelisi. Dalgası, alaveresi, dalaveresi, alaborası, abartısı yok. Şefkati merhameti üzerinde. Batır desen batırmaz. Boğ desen boğdurmaz. Yarılıp Hz. Musa’ya yol veren haliyle tüm gün onca gemiye, kayığa, tekneye, insana, balığa yol oluyor. Dalgayı, martıyı, karabatağı el üstünde tutar.
Sonbahar güneşi denizle sözleşmiş. Denizin seyrine dalanı ilahi ummana daldırıp daldırıp pamuk şekerine dönüştürüyor. Sonra insanın kolundan tutup şükrün kapısına bırakıyor. Şükredebildiğimiz kadar şükür hali. Hal şükründe ruh bir kez daha yıkanıyor. Ruhun ne çok şifaya ihtiyacı var? Ne çok şifaya ihtiyacımız var?
Kurulduğumuz masaya bırakıyorum kitabı simidi. Çaylar gelmeden demirleri tırmana tırmana düştü düşecek korkusuyla kedi geliyor masaya. Kedinin gelişine ikram da bulunmamak tüm gün bir üzüntü olarak içimde kalıyor.
Yan masada bakımlı olduğu kadar da gün görmüş orta yaşlı bir kadın. Ne okuyor merakı. Ahmet Rasim’in “Şehir Mektupları” gözüme ilişiyor. Ahmet Rasim, İstanbul tarihiyle tarih mi olacak? Bazen düşünüyorum da Reşat Ekrem Koçu, Ahmet Rasim’i gölgede mı bıraktı. Koçu’nun gölgesi düşüyor Rasim’in üstüne.
Eskiyi tamamen elinden bırakmak istemeyen ve yeniyi de tamamıyla reddedemeyen iki arada bir derede yaşayan toplumuz. Türk aydınının kafası kaç asırdır aydınlanmanın tesiriyle karanlığını da göremiyor mu, sorusunu kendime soramadan edemiyorum.
Çay simit seyrinde yeni nesil bir gemi iskeleye yanaşıyor. Dört yanı kapalı. İskeleye yanaşınca ağzı açılıyor. Ağzından dışarı atılan adımlar, sesler, nefesler… Baskın Türkçenin içinden yankılanan diller. Gırtlaktan yükselen birkaç elif miktarı, Fars diyarının nağmeleri, kesin ve keskin hatlı sarışın aksanlar, Avrupa ve Asya arasında gidip gelen slav sözcükler, ziyan olma korkusuyla nezaketi iğretileştiren ğ’ler…
Hasılı önümden geçip giden bir dünya insan. Atilla İlhan’ın “Bu şehir o eski İstanbul mudur” dizesi değil ile çarpıyor şiirin suratına. Artık hiçbir kadim şehir hiçbir ulusa ait olmayacak. Küresel ulusların şehrine dönüşecekler. Dönüştürülüyor. Dönüşmeye direnenler de bağnazlaşıyor. Küresel kültürün yeline direnmek nafile, diyor tüm ajanslar, haberler. Dayatma karşı çıkılmaz bir sertlikte. Kabullenme sonra gelir. Ancak nehirden denize özgür olan şehrin çocukları direnebiliyor. Gördüğüm, onlar küresel akıntının yönünü değiştirebiliyor.
Hasanali Yıldırım Bey aylık edebiyat dergisi Bir Nokta’nın kasım sayısında “Susmaya Özgü” yazısında “İnsanın kuşanabileceği en güzel kıyafet, sükût kumaşından dikilir.” diyor. Ben de susup önümdeki kitabın kumaşına dalıyorum. Tıpkı balıkların ilahi ummana daldığı gibi.