İnsan, anlamadığı bir şeyi gerçekten bilemez. Bilmek için önce anlamak lâzım. Peki anlamak için ne lâzım? Klasik eğitim anlayışı işte tam da bu noktada mutlaka bir öğretmene işaret eder. Bir açıklayıcı, bir kılavuz ve ‘bilen zekâ’dır o. Böylece bâkir ve acemi dimağ, rastgele ve tâli yollara sapmasın, basitten karmaşaya doğru plânlı bir biçimde yürüsün, sosyal olarak kendisinden beklenen seviyeye çıksın diye bir hocanın – okulun da diyebiliriz- kâmil zekâsına teslim edilir…
İyi de bir kitabı anlamak için bir aracıya, bir açıklayana ihtiyaç var mı? Mademki asıl muhatap ve anlaşılması gereken kitaptır, onu anlamak için bir aracıyla muhatap olmak gerekiyor mu? Jacgues Ranciere, “Cahil Hoca” (Çev. Savaş Kılıç, Metis Yay., 2019) adlı kitabında işte bu sorulara cevap arıyor ve öğrenme adayıyla öğrenilecek şey arasına ‘açıklayan/ öğreten’ bir başka zekânın girmesini, insan zihninin edilgenleştirilmesi, tembelleştirilmesi, aptallaştırılması olarak görüyor. Bu, insanda var olan öğrenme/ anlama potansiyelini pasifize ederek, başka bir zekâya uymasıdır. Oysa insan, ana dilini öğrenmede de kanıtladığı gibi, kendi kendine öğrenmeye kadirdir. Ancak egemen ilerlemeci eğitim sistemi, insanın öğrenme- anlama hususundaki kudretini görmezden gelerek, açıklayana dayalı bir yöntem üzerine kurulmuştur.
Bu, herhâlde modern çağa özgü bir sistem!.. Bakir dimağların, adına devlet ya da cemaat denilen âmir, hâkim ve de her şeyi bilen-açıklayan büyük hocanın derin zekâsına teslim edilmesi!..
Anlayamayanların açıklayanlara değil, açıklayanların anlayamayanlara ihtiyacı olduğu bir sistem aslında bu! Böyle bir düzen, daha başta insanı ikiye ayırıyor. Bir açıklamaya muhtaç, cahil ve eğitilmesi gerekenler, bir de açıklayanlar var. Yani bir yanda bilgin, olgun zekâlar diğer yanda da cahil, toy zihinler. Buna göre çocuk, büyük olgun zekânın rahle-i tedrisatının önüne konana kadar cehaletin örtüsü altında kalmıştır, o büyük zekâ bundan sonra bir yöntem dahilinde çocuğun üstündeki cehalet örtüsünü kaldıracak, onu basitten karmaşaya doğru yükseltecek, anlamasını sağlayacaktır…
İşte bu, sıçrama kabiliyetine sahip bâkir zekânın -ki her zekâ sıçrama kabiliyetine sahiptir- önüne bir ‘kılavuz’ marifetiyle ket vurulması, Ranciere’in deyişiyle insanın ‘aptallaştırılması’dır. Böylece bakir dimağ, kılavuz dimağa tâbi olup özerkliğini yitirecek, zekâsı tembelleşecek, kendini olgun/ bilgin zekânın rahat ve sıcak kucağına bırakacak, uyuşacak, tembelleşecek, bu durumu kanıksayacak, sormayacak, eleştirmeyecek, kendi bulmak için bir çaba göstermeyecek, hocanın açıklayan zekâsı ile yetinecektir. Hatta bu süreçte sisteme uyacak, o da muhtemelen bir ‘açıklayan’ olmak isteyecektir.
Sistem böyledir işte!.. Bir mürşit zekâlar var, bir de irşat edilecek!..
İrşat edilecekler, bu sisteme öylesine adapte olmuşlar ya da edilmişlerdir ki, illâ kendilerini irşat edecek bir mürşit ararlar. Oysa aradıkları kendilerindedir; “Mantıku’t-Tayr”da kuşlar -ama otuz kuş- aradıklarını, hakikati; yani Simurg’u yine kendilerinde bulurlar; ancak o çetin yedi vadiyi aşarak, kendi çabalarıyla… “Hüsn ü Aşk”ta da Aşk, Hüsn’ü kendi kalbinde bulmamış mıdır? Bu zekâlar, başka bir zekâya tâbi olmuyorlar, önlerindeki ‘yol’u izliyorlar, yolun kendisi açıklıyor zaten…
İnsanı, daima başka bir zekâya bağımlı ve tâbi kılan çarpık bir gelenek ve eğitim sistemi bu!
Sözüme kitaptan aldığım bir cümleyle son vereyim!
“Bir zekânın başka bir zekâya tâbi kılındığı yerde aptallaşma vardır” (s. 20)
Zihinlerimiz neden özgürleşmiyor sizce?..