Zaman, kesintisiz bir akıştır. Onu durdurmak; hatta geçmiş, şimdi, gelecek diye birbirinden ayırmak mümkün değil! Bu açıdan bakıldığında insan, son kertede akan zaman karşısında edilgen bir varlıktır. Doğru mu?.. Tereddüt ettim! Çünkü “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde Muvakkit Nuri Efendi, çırağı Hayri İrdal’a bunun tam aksine; “İnsan saatin arkasını bırakmamalıdır.” (s. 32), “Hele bir zamanına sahip ol… Ondan sonrasına Allah kerimdir!..” (s. 33) der. Hatta bir başka yerde de “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…” (s. 33) diyor.
İyi ama zamana sahip olmak mümkün mü? İnsan-zaman ilişkisinde kim özne, kim hâkim, kim mahkûm?.. Tabiatın işleyişine göre zamana sahip veya hâkim olmak mümkün değil, insan ne yaparsa yapsın o hükmünü icra ediyor, akıp gidiyor, hem de tüm mahlukatı silip süpürerek, yok ederek… Soruyu daha da ileriye götürelim; Muvakkit Nuri Efendi’nin dediği gibi “saatin ayarı insan” mıdır? Bence burada bir eksiklik, bir mantık hatası var. Akan zamanı ayarlamak mümkün değil! Zamana mahkûm olan insan, hâkimi nasıl ayarlayabilir ki?.. O zaman düzeltelim. İnsan, zamanı kendine ayarlayamaz, ama kendini zamana ayarlayabilir. Kendisi ile zaman arasında -yine zamana mahkûm olarak, yani fâni olduğunu bilerek- küçük ve geçici antlaşmalar yapabilir ve bu antlaşmalar sayesinde edilgen olmak yerine zaman defterine bir şeyler yazma, iz bırakma imkânına kavuşabilir. Ama nasıl?
Burada tam da aklıma gecikme nedir, diye bir soru takıldı. Zaman ezelden ebede doğru akan hareketler toplamıdır. Bu nedenle varlık, sürekli hareket hâlindedir. Ama tabiatta her şeyin bir hareket zamanı vardır. Eylem, hareket zamanında vuku bulmazsa gecikme olur; geri kalma budur! Meselâ tabiatta ekmenin veya biçmenin bir zamanı var. Ekim veya biçim zamanı geçtiğinde ürün alınamaz. İşte gecikme ya da geri kalma bu! Bir bakıma zamanın arkasında kalma… Muvakkit Nuri’nin deyişiyle saate sahip olamama durumu.
Tanpınar, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde tam da bu soruna parmak basar: Türkiye’nin kendini zamana ayarlayamamasından. Medeni dünya, serî hareketler hâlinde zamanda iz bırakıp, yeni icatlarla hayatını daha müreffeh ve güçlü bir biçimde devam ettirirken, Osmanlı toplumu bir kahvehanede bu gelişmelerden bîhaber ve âtıl biçimde Aselban masallarıyla süslü bir rüya âleminde yaşıyordu… Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte ayakları toprağa bastı, rüyadan uyandı, acı gerçeği gördü, zamanı elinden kaçırmıştı; daha doğrusu zaman denilen sevgili, kendine ayak uyduramayan âşığı terk edip gitmişti. Çünkü onun gözü, fıtratı gereği daima ilerideydi, tabiatın yasası âşığın/ insanın, sevgiliye/ zamana ayak uydurmasını gerektiriyordu.
Zavallı Hayri İrdal! Zavallı Türk toplumu! Mecbur, mahkûm ve avare… Zamanı yitiren, geç kalan âşık!.. Geciktiğini, zaman denilen sevgiliye hasret çektiğini gördü kimi kurnazlar. Bir ayar lâzımdı, seni sevgiliye kavuşturacak bir ‘ayar’… Halit Ayarcı -adı üstünde ayarcıydı- kendine uygun, sahte bir ‘ayar’ sistemi kurdu, bir yalan!.. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, işte bu ‘yalan’ın hikâyesidir.
Şimdi bakıyorum da!.. Boğaziçi Üniversitesi etrafında dönen bir sürü esassız, temelsiz tartışma. Yine kendimize çelme atmakla meşgulüz!.. Türkiye’nin “en parlak öğrencilerinin okuduğu üniversite” diyor bir sunucu! Gözümün önünden Boğaziçi’yle bilimsel anlamda rekabet edebilecek üniversiteler yerine “Ayar Enstitüleri” kuran Halit Ayarcı’lar geçiyor… Sonra Âsaf Halet’ten şu mısralar dökülüyor dudaklarımdan, acıyla tebessüm ediyorum:
“kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim?”