Muhafazakâr ya da ‘İslâmcı’ kesim, belli ki iktidarın kendilerine tanıdığı imkânları da kullanarak, geçmişte sanat/ edebiyat alanında yaşadıkları ‘ötelenme” ve ‘dışlanma’ya son vermek, kültürel alanda bir hamle yapmak istiyor. Bu amaçla devletin bazı kurumları, hatta çeşitli dernekler ve vakıflar aracılığıyla Türkiye’nin dört bir yanında edebî etkinlikler düzenliyorlar. Güzel. Peki bu sayısal artış, kurumsal imkânları arkasına almış onca etkinlik, ülkede bir edebî/fikrî iz bırakabilecek mi ya da bir güce sahip mi? Toplumun kültürel muhatapları, meselâ üniversitelerdeki genç okur kitlesi ya da diğer edebî çevreler, bu kesimin dergilerini, yayımladığı kitapları ne kadar okuyor, ne kadar izliyor? Türk edebiyatında tüm kesimlerin kabul ettiği güçlü kalemler ortaya çıkarabildiler mi, çıkarabilecekler mi? Bu soruları sormaya hakkımız var. Çünkü bu kesim, geçmişte meselâ –bu imkânlar olmadan- Necip Fazıl, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu, Mustafa Kutlu gibi, yazdıklarıyla kendilerini edebiyat dünyasına kabul ettirmiş isimler çıkardı.
Bence onca imkâna ve seri üretime rağmen, bu kesimde bir ‘irtifa kaybı’ yaşanmaktadır. Bunun sebeplerinden biri, kendilerine sunulan ‘imkânlar’a tâbi olarak sanat yapmaları; kendilerine tanınan imkânların verdiği bir sarhoşlukla yeryüzündeki ‘Müslümanca tavır”larını, ‘İslâmî hassasiyet’lerini yitirmeleri, İsmet Özel’in deyişiyle “baygın meyvelerin lezzeti”ne kapılmalarıdır. Oysa sanatkârın asıl gıdası, eskilerin deyişiyle zamaneye, dünyaya, feleğe, toplumsal düzene karşı çıkması ve ‘günün adamı’ olmayışıdır. Nitekim Sezai Karakoç bu bağlamda; şair “refah ve rahatın adamı olmamalı”, “Çağın aldatıcı nitelendirmelerine kanmamalı” (E. Y I, s. 59, 66) der. Lâkin artık kendisini derinden sarsan büyük acıları, büyük dertleri, büyük davaları, en önemlisi ütopyaları yok yeni ‘yazar/ şair tipi’nin! Şiiri, öyküyü “kendilerini tanımak” için değil ‘tanıtmak için’ kullanıyorlar. Oysa sanat eserini doğuran, sanatkârın dünya karşısındaki uzlaşmaz tutumudur ve ona ‘kendini tanıma’ imkânı sunmasıdır. Büyük yazar/ şair, dünyada yokluğunu hissettiği şeylerin acısı ve özlemiyle, daima kıyıda kalarak –çünkü uzlaşmazlık onu daima yalnızlığa, kendine çeker- büyük çığlıklar koparır. Her eser bir çığlıktır, bir öfke, bir özlem, bir ütopya… Belki de bunu düşünerek “Hayvan için çığlık, mırıltı, haykırış, homurtu, inleme neyse insan için de şiir odur.” (Şiir Okuma Kılavuzu, s. 30) diyor İsmet Özel. İşte bugünün yazar ve şairlerinde, onları dünya karşısında tavır almaya iten ve sanatın can suyu olan ‘büyük metafizik sızı’ yok; çoğunun eserlerine bir kaygı, bir özlem, bir ütopya, bir öfke yansımıyor. Sanatın asıl gıdasından mahrum oldukları için eserleri muhataplarının kalbine değmiyor, sadece kültür endüstrisinin, piyasanın işçileri, Gramsci’nin tabiriyle ‘organik’ sanatkârlar.
Bu kültür endüstrisi işçilerine karşı, gerçek edebiyat yolcularını Puşkin’in “Şaire” başlıklı şiiriyle selâmlıyorum:
“Ey şair! Kulak asma sevgisine sen halkın
O canım meth ü sena, anlık gürültü geçer,
Kuru kalabalığın gülüşünü duyarsın,
Ve aptalın hükmünü; fakat metin ol, boş ver.
Sen çarsın; yalnız yaşa, yolunda yalnız yürü
Yürü hür vicdanının seni çektiği yere
Olgunlaştır sevgili meyveyi, tefekkürü
Hizmetine karşılık bir mükâfât bekleme
Her şey sendedir sende, büyük mahkeme sensin
Eserine elden çok kıymet biçebilensin
Söyle ey titiz şair, sen ondan memnun musun?
Memnunsan, kalabalık varsın küfretsin sana,
Tükürsün ateşini yakan, ulu mihraba
Şamdanını, çocukça öfkeyle sarsadursun!..