Bir edebî metin, yazarla okur arasındadır daima… Metnin doğuş ve oluşum aşamasında, yazarla metin karşı karşıyadır. Bu ilk evrede yazarın kalbine doğan mana ya da düşen tohum, sözcükler hâlinde sayfalara yansır. Meselâ bir öyküyse söz konusu olan, çeşitli kişiler canlanır yazarın zihninde, bu kişilerin türlü hâlleri, mekânlar, nesneler… Yazar yaratış sürecinde kendi değildir artık; canlandırdığı kişilerdir, hâllerdir, onlarla bütünleşmiş, özdeşleşmiştir. Eğer bu hemhâllik, çok kuvvetli ve tam bir şekilde olursa, metinde kurgulanan dünya; kişiler ve hâller de o derece canlı, doğal ve inandırıcı olur. Buna yazardan kurgusal dünyaya doğru üflenen ‘can’ denebilir ya da yazarla yarattığı kurgusal dünya arasındaki ‘kalbî bağ’. Demek ki eserin yazılma aşamasında, yazarla kurguladığı dünya arasında böyle ruhî/ kalbî bir bağ var. Tıpkı tiyatro oyuncusuyla canlandırdığı karakter arasında olması gereken özdeşleşme gibi. Özdeşleşme ne kadar kuvvetli ve tam olursa, oyun –edebiyatta metin- o kadar etkileyici, sahici ve inandırıcı olur. İşte bu aşamada eleştirmene iş düşer. O, metindeki kişileri, kişilerin davranışlarını, diyaloglarını, olayların neden sonuç ilişkilerini mercek altına alarak, kurgusal dünyanın ne kadar doğal, içten ve inandırıcı olduğunu tespit etmeye çalışır. Aslında yaptığı, tabir caizse yazarla metni arasındaki kalbî bağın ne kadar sağlam ve sahici olduğunu ölçmektir. Bu ise bizi “yarası olan inler” denildiği üzere, yazarın yarattığı kurgusal dünyayı içinde ne kadar yaşattığı, hissettiği sorusuna götürür. Dolayısıyla yazar, ele aldığı bir meseleyle, bizatihi ne kadar hemhâl olursa, o meseleyi metne o derece kuvvetle yansıtabilir. Peki hemhâl olmazsa! Metinde ifade edilmek istenen duygu ve düşünce, tesirli ve inandırıcı olmaz; hâsılı metin can bulmaz.
Sanatsal etkinliğin ikinci aşamasında yazar aradan çıkar, bu defa eserle okur karşı karşıya gelir. Yazarın eserine koyduğu ruhun/ canın, tıpkı yazarla metin arasında kurulan kalbî bağ gibi, bu kez metinden okura iletilmesi söz konusudur. İşte bu aşamada şöyle bir sorun ortaya çıkar. Her okur, bir metinle aynı oranda kalbî bağ kurabilir mi? Hatta aynı okur, farklı zaman veya mekânlarda aynı metinle, aynı derecede ve benzer bir ‘kalbî bağ’ kurabilir mi? Bu, elbette ‘alımlama estetiği’nin konusudur ve tabii ki bir metin herkesçe idrak edilemeyeceği gibi, idrak edilenlerce de farklı düzey ve şekillerde kavranabilir. Tasavvufi şiirde bu mesele, “ehli dilin şiirinden ancak ehl-i dil anlar” sözüyle açıklanır. Dolayısıyla tasavvufî metinlerle kalbî bağ kurabilmek için okurdan ‘ehl-i dil’ olması; yani sûfî hâle vakıf ve vâsıl olması beklenir… Bu da gösteriyor ki, bir edebî metinle kalbî bağ kurabilmek için, okurun da –tıpkı yazar gibi- metinde anlatılan hâller ile hemhâl olması gerekiyor. Metin, kendisiyle hemhâl olmayanlara, onu kavrayacak birikime, seziş ve idrak gücüne sahip olmayanlara kalbini açmıyor; dolayısıyla metinle okur arasında kurulması gereken ‘kalbî bağ’ kurulamıyor. Bu da eleştirinin; özellikle alımlama estetiğinin konusudur. Eleştirmen bir metnin okurlarca nasıl anlaşıldığına, yorumlandığına ve eleştirildiğine bakarak, okurların metin karşısındaki tavrını, anlama ve sezme gücünü, birikimini, bilgisini; hatta metni ne derece idrak ve hissettiğini ölçebilir. Dolayısıyla metnin okurla kurduğu ‘kalbî bağ’ da eleştirinin konusudur.
Sonuç bizi şu hükme götürüyor: Yazardan metne, metinden de okurlara uzanan, Neşet Ertaş’ın deyişiyle gönülden gönüle bir gizli yol vardır. Yazarın bir yarası varsa yazdıkları mutlaka bir yarası olana dokunur. İşte buna ‘kalbin kalbe değmesi’ diyoruz. Tabii benim söylediklerimi de ancak ‘ehl-i dil’ olanlar anlayabilir!..