Kimi yazarlar vardır, başını öne eğmez yazarken, etrafını kollar. Hiç sevmem onları. Akılları yazdıklarında değildir…
Yazmak, onlar için olta atmaktır âdeta. Balıkların nerede olduğunu, hangi yemi sevdiğini izler ve oltalarını oraya atarlar. Meselâ gündemde ne var ona bakarlar! Corona virüsü mü? Hemen o sahile yaklaşırlar. Mezhep sorunu mu? Siyasal bir çatışma, bir çıkar mı var? Ânında oradadırlar. Kalemini gündeme, daha doğrusu modaya tâbi kılmışlardır.
Kimileri, sanat, çağını yansıtır, yazar, çağından kopuk olamaz deyip savunmaya geçecek biliyorum. Çağının yazarı olmak, gündeme olta atmak değil! Çağının yazarı, yaşadığı çağda tüm çağların ortak sorununu yakalayandır. Corona virüsünü işlersiniz; ama öyle bir işlersiniz ki, eserinizde tüm çağları kapsayan evrensel bir soruna, insanın doğuştan beri taşıdığı büyük boşluğa, çaresizliğine, güçsüzlüğüne parmak basarsınız. Anlattığınız corona virüsü değildir aslında, o hastalığın yarattığı, tüm insanları kapsayan varoluşsal bir sorundur, bir korku, bir kaygı, bitmeyen bir yaşama arzusu ya da yazgıya karşı duyulan derin isyan!.. Eser böylece çağını aşar, tüm zamanları ve insanları kapsar. Ne zaman ve nerede okunursa okunsun, okurlarda daima derin bir etki bırakır. Bir edebî eseri evrensel kılan ve klasikleştiren, ilkin işte bu çağlar üstü vasfıdır. Önemli olan, değişen zaman içinde değişmeyeni bulmak ve yazmaktır. Büyük yazar eserini böylece geçmişe, hâle ve geleceğe bağlar, zamanın üç boyutuna hitap eder.
Ya diğeri? Fıldır fıldır gözleriyle, gündemi takip eden, kalemini modaya tâbi kılan yazar? O, gündemin aldatıcı rüzgârıyla yelkenlerini geçici bir süre şişirir, bir süre dikkati çeker belki. Ama bu rüzgâr bitimlidir, teknesi denizin ortasında kalacak, gündemle beraber unutulup gidecektir sonunda. Edebiyat tarihinin çöplüğü böyle binlerce eserle doludur.
Ben, okurunu merak duygusu vasıtasıyla, beklenmedik, şok edici olaylarla avlamaya çalışanları da zayıf yazarlar içinde değerlendiririm. Onlar da okurlarını, arka arkaya şaşırtıcı olaylar dizerek, sürprizlerle cezbetmeyi amaçlar, eserin felsefî ve psikolojik eksikliğini entrik durumlarla örterler. Bu tür romanlarda, kendini ‘macera’ya kaptıran vasat okuyucu, zihin atını olayların peşinde koşturduğu için karakterlerin ruhsal derinliklerinin, eserin felsefî içeriğinin veya sahihliğinin olup olmadığına pek dikkat edemez.
Son okuduğum Irıs Murdoch’un “İtalyan Kızı” (Can Yay., 2019) adlı romanı, bence yukarıda zikrettiğim nedenlerle zayıf bir eserdi. Çünkü romanın hem anlatıcısı hem kahramanı olan Edmund, annesinin ölüm merasimi için geldiği çocukluk evinde peş peşe öyle şaşırtıcı ilişki ve olaylarla karşılaşır ki, anlatıcıyla beraber okurun da başı döner âdeta. Edmund’un ağabeyi Otto, İsabel ile evliyken Elsa ile beraberdir, İsabel, Elsa’nın erkek kardeşi David’le, David hem İsabel, hem de kızı Flora ile… Garip ilişkiler, çözülmesi zor ve zoraki kurgulanmış hissi veren bir olay örgüsü. Skandallar, kıskançlıklar, tesadüfler… Murdoch, bu ilişkiler ağının arkasındaki ruhsal nedenlere eğilmeyi deneyerek –meselâ otoriter anne, cinsel doyumsuzluk vb.- esere psikolojik bir derinlik katmaya çalışıyor, ama bunlar olay öğesinin ağırlığı altında kaybolup gidiyor. Ya sonra yazarın bu karmaşık mutsuzluk yumağını, aşırı iyimserlikle tek tek çözerek eseri mutlu sonla bitirmesine ne demeli? Özellikle son iki bölümde gerçeklik o kadar zorlanmış ki! Belli ki Murdoch da okuru beklenmedik olaylarla avlama peşinde.
Ama şunu unutmuyoruz tabii: Tüm balıklar, her oltaya ve yeme gelmez. Derin sularda yüzen okurun avlanması da zor olur. Ama en doğrusu, iyi eser bir mumdur, yanar ve yakar; okur ise onun alevinde yanmaya hazır pervane! Mum pervaneye gitmez, pervane muma gelir…