Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ı (Alter Yay., 2009), bazı yönlerden Camus’nün “Düşüş”üne benzer. Meselâ iki romanda da ana karakterler, okurla felsefi-psikolojik bir söyleşi yaparlar, ayrıca toplumdan kopuk, uyumsuz, huzursuz, felsefi ve psikolojik derinlikleri olan anti-kahramanlardır. Nitekim “Yeraltından Notlar”ın kahramanı da garip takıntıları, akıl ve mantık dışı, çelişkili davranışları olan, toplumdan kopuk, uyumsuz, “yaşama yabancılaşmış”, “hasta ruhlu” bir adamdır.
Dostoyevski, bu romanı Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı” ve “Felsefede Antropolojik İlke” adlı eserlerinde dile getirdiği görüşlere karşı yazmış. Onun için kısaca bu görüşlerden söz edeyim. Çernişevski’ye göre insan, tüm davranışlarını akıl-mantık ve çıkarları doğrultusunda gerçekleştirir. Dolayısıyla irade, akıl-mantık, çıkar ve faydaya tabidir. Dostoyevski, insanı şematize eden bu düşünceye karşı çıkıyor; tıpkı Kierkegaard gibi insanın akılcı kategorilere sığdırılamayacağını, davranışlarının arkasında akıl, mantık, çıkar ve faydanın dışında başka faktörlerin de bulunduğunu ileri sürüyor, romanını bu antitez üzerine kuruyor ve kahramanı vasıtasıyla; “Peki ama, neden bazen olmadık hareketler yapıp, aptalca arzular peşinde koşuyoruz?” (s. 141) sorusuna cevap arıyor.
İki ana bölüme ayrılan romanın ilk bölümünde Dostoyevski, 40 yaşına gelmiş, insanın öngörülemez, hatta tutarsız bir varlık olduğunu anlayarak kendi köşesine, yeraltına çekilmiş kahramanı vasıtasıyla okurlarla derin bir felsefi-psikolojik sohbet yapar, Çernişevski’nin görüşlerini tartışır ve tezini ortaya koyar. Meselâ; “Hey gidi çocuk; saf, temiz yürekli bebek! Dünya kurulduğundan beri insanların sadece kendi çıkarlarını düşünerek hareket ettikleri görülmüş mü? (…) İnsan bazen kendisi için iyi olanı değil de kötü olanı isteyebiliyor, hatta yapmak zorunda bile kalabiliyor, ya buna ne demeli?” (s. 26) diye sorar. Bu bağlamda tarihin kanlı sayfalarından örnekler verir. Ve sonuçta insanı salt akıl-mantık, bilim ve tabiat kanunları doğrultusunda kurgulamanın doğru olmadığını, böyle bir anlayışın, onun kişisel özgürlüğünü, aklın dışında kalan -iyi ya da kötü- hayal ve arzularını görmezden geldiğini savunur.
Peki bunlardan, insanın sadece kişisel arzu ve heveslerine göre hareket eden bir varlık olduğunu mu çıkarmalı? Hayır! Dostoyevski’nin karşı çıktığı, özgür iradeyi görmezden gelen, insanı programlanabilir bir varlığa indirgeyen anlayıştır. Buna karşın “dizginleri isteklerin eline verilmiş hayat[ı], çılgınca yaşanan bir hayat”a (s.33) benzetir. Ama aklın insanı yaşama potansiyeli bakımından sınırlandırdığı da bir gerçektir. Çünkü akıl sadece “öğrenebildiğini bilir.” (s. 33) Unutmamalı; dehanın rahmi akıl ve mantıktır; ama onların sınırlarını aşarak doğar.
Romanın ikinci bölümü ilk bölümde savunulan tezin uygulama alanı gibidir. Anlatıcı burada, 24 yaşındaki günlerine dönüp başından geçen üç olayı anlatır. Bunların ilki bir subaya ilişkin takıntısı, ikincisi okul arkadaşları Simonov, Zverkov, Ferfiçkin ve Trudolyubov’la, üçüncüsü de sokak kadını Liza ile yaşadığı olaydır. Üç öykünün de ortak bir yönü var: Kahraman hepsinde de akla, mantığa, çıkarlarına uymayan, hatta kendisini küçük düşüren, çelişkili davranışlarda bulunuyor. Böylece Dostoyevski ilk bölümdeki tezini kanıtlıyor.
Hasılı, Dostoyevski büyük yazar. Çünkü insan ruhunun derinlerindeki ihtiras ve arzuların örtülerini kaldırıyor, bu sıkı çelişkiler yumağını didik didik edip, nörotik noktalara dokunuyor.
Ama ben en çok hangi cümleyi sevdim biliyor musunuz? Şunu: “benim gibi yeraltı adamlarını sıkı kontrol etmek gerek. Kırk yıl yer altında sesimizi çıkarmayız da bir fırsatını bulur yeryüzüne çıkarsak, kimse daha susturamaz bizi.” (s. 41)
Ah Çernişevski’nin ‘mekanik insan’ları, plak insan plak!..