Her türlü sanat eseri, ya yokluğunu veya varlığını hissettiğimiz “şey”lerin ruhta hasıl ettiği volkanik patlamaların ürünüdür… Bir “şey”lerin yokluğu derken, en basitinden, meselâ sevgilinin yokluğudur kastettiğim; sevgiliden ayrı kalmanın hüznünü, ona duyulan özlemi dile getiren şiirlerin tümünün kaynağında yokluk vardır… Aynı şekilde ölüm şiirlerinin de kaynağı, sevilen bir şeyin “kaybı”nın yarattığı ıstıraptır. Toplumda adaletin, merhametin, sevginin, hürriyetin; hasılı insanca yaşamak için imkânların yokluğu da sanatkârın ruhunda büyük patlamalar yaratır… Ve neticede yokluk, sanatkârı şöyle ya da böyle “isyan” duygusunun kıyılarına atar!.. Peki, ya tersi?.. Varlık, sanatkârın ruhunda nasıl bir etki bırakır?.. Bir kere, evrendeki o muhteşem nizam, geceler, gündüzler, mevsimler, doğadaki her şey, duyargaları diğer insanlara göre oldukça açık sanatkârlara, Tanrı’nın varlığını, birliğini, gücünü gösterir. Böyle bir durumda şair, uç noktalara sürüklenip vecit ve hayret içinde artık her şeyde Tanrı’yı görür; meselâ İbn Arabi gibi; “Ne geldiyse dilime hepsinde O’nu söyledim O’nu” ya da Mevlâna gibi;
“Her nereye başım koysam secde ettiğim mescud O
Altı cihette de, altı cihetin dışında da mabûd hep O
Bağ, gül, bülbül, sevgili, sema
Hepsi bahanedir maksûd ancak O’dur O.”
der. İşte bu tür hâller, sanatkârı, o “Varlık” ve o “Varlık”ın bahşettiği nizam karşısında “itaat”e götürür… O hâlde şunu diyebilir miyiz? Hayat, temelde varlıkla yokluk arasında sürekli tekrarlanan bir süreçtir. Ve sanatkâr, bu süreçte, varlığı ve yokluğu (itaati ve isyanı) derinden hisseden insan! O müstesna hassasiyet nedeniyle, varlıkla yokluk çizgisi içinde, asla “vasat”ta konumlanamaz; yeri daima uçlardadır, ya isyanın veya itaatin kıyısında!.. Bu iki uçta, ruhunda büyük infilaklar olur. Gerçek sanat eseri de, sanatkârın ruhundaki volkanik patlamaların püskürttüğü lavlar gibidir… Bu itibarla sanatkârlar, marjinal/ uçta kişilerdir. Onları marjinal kılan, müstesna hassas ruhlarıdır. İşte bu yaratılış sebebiyle meselâ Kafka, modern dünyada nesneleşen, robotlaşan insanın büyük acısını derinden duyar ve bu acıyı bir lav gibi, eserleri vasıtasıyla dışa püskürtür. Benzer bir hassasiyetle Arthur Rimbaud, daima isyanın ve öfkenin kıyılarında gezer. “Perişanım. Ayyaşın tekiyim. Kirliyim. Bu nasıl yaşam!” der. Büyük bir acıyla “Oy! Acı çekiyorum, haykırıyorum. Acı çekiyorum gerçekten…” diye inler, Tehlikelerle dolu yollara, denizlere vurur kendini “dünyanın bir ucuna” sürüklenir, çırpınır… Ve sonunda bilir ki, hatasız ruh yoktur, “kurtuluş vakti ancak/ ölüm saati olacak!”tır…
***
Söylemek istediğim şu: Gerçek sanatın temelinde büyük, kutsal isyanlara ve itaatlere kaynaklık eden saf bir vicdan, bu vicdanda patlayan büyük öfkeler, büyük aşklar, büyük neşveler vardır. O büyük infilakları ve hassas vicdanı, “sürü”den ayırıp “kıyı”lara sürükler sanatkârı. İsmet Özel’in “Matararamda Tuzlu Su” adlı şiiri, büyük öfkesi, aşkı, tutkuları nedeniyle dünyaya sırt çeviren, yalnız kalmak pahasına, “ısmarlama hayat”ı, “baygın meyvelerin lezzeti” bırakıp, kendine dünyada “acı kök tadı seçen”, “kendinin bile ücrasın[a] çekilen”, tüm büyük düşünürlerin ve sanatkârların “çile”sini anlatıyor!..
Şimdi bakıyorum da, günümüzdeki Müslüman şair ve yazarların çoğunun eserinde, o büyük öfke veya neşve, dolayısıyla o kutsal itaat ve isyan yok veya çok zayıf!.. Bu, günümüzdeki Müslüman şair ve yazarların inzivayı, kıyıyı değil de, yaşamayı, iktidarı, şöhreti, sahneyi seçişlerinden; İsmet Özel’in deyişiyle, kendilerini “baygın meyvelerin lezzeti”ne kaptırmalarından olabilir mi?.. Bizde büyük sanatkârların, büyük düşünürlerin çıkmayışının bir nedeni de bu değil mi?..