Yanan, yakıyor!..
Çünkü ateşi kelimelere geçiyor. Kelimelerden de okurların ruhuna. Kelimeler yakar mı? Yakar ya! Hem de ne yakar! Ama od’unu failinin kalbinden alır, Ahmet Haşim “Piyale” şiirinde der ya “Âteş doludur, tutma yanarsın” diye. İşte öyle! “Derken karanfil elden ele”… Ateş, kalpten kalbe sıçrar, yazardan esere, eserden okurlara yayılır, sonra bir yangın, bir kıyamet! “Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene”
Ayfer Tunç’un “Suzan Defter”ini (İletişim Yay., 2016) okudum geçen hafta. Baştan söyleyeyim, son üç-dört yılda okuduğum Türk romanları içinde, beni en çok etkileyen eserdi. Suzan, yanan, yakıcı demek. Gerçekten yakıcıydı.
İlk sarsıcı hamle! Günlükler hâlindeki romanın sayfaları birbirini takip etmiyor. Yoklarken yolu buluyorsunuz, sekizinci sayfadan dokuza geçemezsiniz, ona geçeceksiniz, sonra on ikiye… Bu, birinci öykü, birinci zincir, ilk defter: Ekmel Bey! Yanan ve yakan birinci kahraman. Dokuz, on bir, on üç ve devamı ikinci öykü, ikinci zincir, ikinci kahraman: Derya ya da Suzan mı? Hayır aslında Derya, ama bazen Suzan. Bu da ikinci defter. Kronolojisi yok, hatırlamaların kronolojisi mi olur? Bölük pörçük, darmadağınık… Parçaları birleştiriyorsunuz roman oluyor, tıpkı hayat gibi.
Günlük, bir tür kendi kendine konuşmadır, bir iç dökme, bir iz bırakma. Nedense, başkaları izimizi görsün isteriz, ne çektiğimizi bilsin, feryadımızı duysun, anlasın. Bu, insana bir ferahlık veriyor galiba. Hani söylemezsek içimizde kalır, patlayacak gibi oluruz ya. Öyle bir şey. Ekmel Bey de böyle düşünüyor, “Bir iz kalsın” (s. 10) istiyor arkasında, “ama okunduğu anda unutulacak bir iz” (s. 10). Çünkü hayatta iz bırakan ‘kahraman’lardan değil! İyi ki değil! Romanda kahramanların çağı kapandı. Bir antikahraman mı? Evet denebilir. Bir antikahraman o, tutunamayan, hayatın içinde yuvarlana yuvarlana, yaralı bereli, kendini en sonunda bir ev’e kapatan yorgun, umutsuz ve yalnız. Ve perde! Oyun başlıyor: Evini satılığa çıkarmış. Yalan! Her şey yalnızlığını giderecek bir samimi sohbet için! Büyük babadan başlayarak, babaya ve anneye, kardeşlere ve kızına doğru yayılan büyük bir mutsuzluk kaplıyor defteri.
Ya ikinci defter? Ya Derya? Hayata tutunmaya çalışan genç bir kız, bir ümit babaanne, mafyaya karışmış bir baba, dayanacak tek sırt abi, kırık bir aşk, ayrılığın acısını bir türlü içinden atamayan Suzan, fonda 12 Eylül’ün postallarının koyu gölgesi… Hüzün damlıyor evlere, çatılardan, duvarların yarıklarından derin bir keder sızıyor. Aşksız evler!.. Babaların ve oğulların mutsuzluğu, oğullara ve kızlara kalıyor.
Evler dedim de hep mutsuz romanda. Hani evler vardır ya hiç ses çıkmaz, ölü gibidir. Sezai Karakoç’un bir şiirinde dediği gibi “Sizin evin duvarları taştan, dumanı da mı taştan?”. Öyle evler… Belki de o yüzden büyük kardeş N’nin kendini hep kahvelere atması.
Önümüze iki günlük, iki kül olmuş defter koyuyor Tunç. Biri Ekmel Bey’in defteri, diğeri Derya’nın. İkisi de yanmış, kül olmuş. İki anlatıcı, iki bakış açısı, iki insan, sanki iki ev karşı karşıya, pencereden birbirlerine bakıyor, birbirlerine gidip geliyorlar. Ama birbirlerinden habersiz kendilerini ve birbirlerini anlatıyorlar. Biz okurlar, yukarıdan bakıyor, ikisini de görüyoruz, yazdıklarını, yaşadıklarını, hüzünlerini, hayallerini, yalanlarını, öykülerinde kasten bıraktıkları boşlukları, hepsini…
Romanda iki ayna: Biri Ekmel Bey, diğeri Derya! Hem kendine hem ötekine ayna. Okur o aynada hem Ekmel Bey’i hem Derya’yı hem kendini görüyor.
Ve sonu kül. Bir avuç kül bırakıyor Ayfer Tunç kucağımıza. Diyoruz ki, yoktu zaten, kurguydu, kül işte. Kül diyor ki, kül’sem vardım, hayat bu işte!..