Miguel de Unamuno’nun “Sis”i (Türkiye İş Bankası Yay., 2020), zevkle okuduğum romanlardan biriydi.
Çünkü yazar, doyumsuz bir felsefi şölene davet ediyor okurunu. Masaya oturduğunuzda, bir hayalperestin, evet romantik ve oldukça zarif bir hayalperestin; ama aynı zamanda aykırı, dürüstlüğüyle, saflığıyla ve bilgeliğiyle aykırı bir kahramanın Augusto Perez’in, düş kırıklığıyla, aldanışla/ aldatılmayla sona eren aşk öyküsüne, bu süreçte aşkı, acıyı ve insanı tanımasına, ama her şeye karşın saflığını yitirmeyişine, kine, intikama esir olmayışına tanık oluyorsunuz. Okuduklarım arasında en iyi yürekli, en bilge, en sempatik, en hüzünlü ve en kırılmış roman kahramanıydı o.
Ama asıl bu değil romanı cazip kılan! Unamuno karakterleri vasıtasıyla aşka, rastlantıya, evliliğe, yazgıya, kadınlara, sanata, roman karakterinin yazarıyla ilişkisine değin pek çok konuya değiniyor eserinde. Üstelik nükteyi ve zarafeti de ihmal etmeden. Bu bağlamda Augusto’nun köpeği Orfeo, arkadaşı Victor, hizmetçileri karı-koca Domingo ile Liduvina ve elbette ki romanın sonunda yazarı/ yaratıcısı Unamuno ile söyleşileri enfesti.
Bir rastlantıyla tutulur Eugenia adlı kıza kahramanımız. Nedir rastlantı? “Dünyanın gizli ritmi” mi (s. 8)? Biz bir şeyi aradığımızda, aradığımız şeyin de gelip bizi bulması mı? Nasılsa, nasıl denk düşüyorsa işte öyle, tıpkı Augusto ile Eugenia’nın karşılaşması gibi bir rastlantıyla başlar bütün aşklar. Yıllardır bilmeden, aniden aradığınız kadına rastlarsınız. O da sizi arıyordur, “Önceden hazırlanmış bir uyumla” birbirinize yazılmışsınızdır! Tanımadan ve aniden! Peki tanımadan nasıl sevilir? Daha doğrusu “Nihil volitum quin praecognitium” mu? Yani “Önceden tanınmayan asla sevilmez” mi? Ya da tam tersi: “Nihil cognitum quin praevolitum”, önceden sevilmeyen asla tanınmaz mı? (s. 17). Bence önce sevilir, sonra tanınır… Sonra?.. Sonra, iş işten geçmiştir!.. Doğru söylüyor Augusto; “Aşk tanımanın önünden gider.” (s. 17).
Aşk! Acaba dünyada sadece bir kadın ve bir erkek olsaydı, aşk yine olur muydu? Bence olmazdı. Çünkü bir erkek, ancak kadının başka bir erkeğe baktığını, bir kadın da erkeğin bir başka bir kadına baktığını görürse aşk olur. Dolayısıyla aşkı ortaya çıkarak kıskançlıktır. Böyle mi? Sanırım böyle, Unamuno haklı. Ve aşk sayesinde ruhun bir cisminin olduğunun farkına varır insan, güzelliği tanır. Sevgili, hem görmeyi öğretir âşığa, hem de kör eder onu. Zavallı Augusto’ya görmeyi öğreten de kör eden de Eugenia’dır. Ama üzüldüm ona, çünkü sevgi dilendi. Oysa sevgi istenmez, istediğinde dilenci konumuna düşersin, veren ise patron olur. Tıpkı Eugenia gibi. Aşkta böyle bir pozisyon yok!
Böyle! Kırık bir aşk öyküsü etrafında uzun felsefi, bilgece diyaloglar… Bir aldatma/ aldanış, alay edilme ve kırılma öyküsü. Derler ya: “Bu dünyada ya yutacaksın ya da yutulacaksın!” (s. 190). Augusto ile üçüncü bir yolun olduğunu öğreniriz. Kendi kendini yutmak, insanın kendisiyle alay etmesi! Kendini yutmanın zevki, yutulmanın acısıyla karışacağı ve birbirini etkisiz bırakacağı için sonsuz bir ruh dinginliğine erişecektir insan.
Bir “Sis”tir bu dünya. Kimimiz Augusto, kimimiz Eugenia, kimimiz Rosario… Ah Augusto, sisler içinde bir imgesin sen, hepimiz öyleyiz ya gerçi! Ama o denli gerçek ve o denli sahici! Yazarın sana ne kadar yoksun, seni ben yarattım sonunu da ben belirlerim dese de varsın işte, okurun zihninde yaşıyorsun! Biliyor musun? Haklısın! Onca yaşadığından/ yaşanandan, aşkını istismar eden, seni aldattığını sananları gördükten sonra; “İyi kalpli, duygusal ve iyi bir insan eğer delirmezse, tam bir budala demektir. Deli olmayan ya aptaldır ya namussuz...” (s. 160).