Roman, bence edebiyatın insanı, çevresini, insanın kendisi, doğa ve tarihle olan ilişkisini anlatmaya en elverişli türüdür. Çünkü yazarın önünde bunları anlatabilecek hem yatay hem dikey geniş bir alan vardır. Bu geniş alanda istediğinde eksiltme ve özetleme, istediğinde detaylı tasvir ve tahliller yaparak, metin üzerinde serbestçe at koşturabilir. Oysa aynı imkânı, örneğin bir öyküde ya da şiirde bulamayız. Söz konusu türler romana göre sınırlı bir alana sahiptir. Yazarın/ şairin kelimeleri, cümleleri serbestçe ve cömertçe kullanması mümkün değildir. Romanda geniş zaman dilimlerine, dolayısıyla daha çok mekâna ve kişiye açılmak imkânı varken, öyküde ân ya da ânlar önemlidir. Hele şiir tamamen âna odaklı ve dikey ilerleyebilen bir türdür.
Buradan, şuraya gelmek istiyorum: Söz konusu imkânları nedeniyle çağın en çok rağbet gören edebî türü roman! Çünkü insan, hem ruhsal durumlarını hem dünya ve hayatla ilişkisini, dikey ve yatay olarak, geniş bir perspektif içinde görmek, kavramak istiyor. Roman ona bu imkânı tanıyor ve herhâlde bu imkân nedeniyle, psikolojinin, felsefenin, sosyolojinin, tarihin vb. âdeta edebiyattaki bir laboratuvarı oluyor…
Söz konusu anlatım imkânları nedeniyle Batı’dan gelen bir tür olmasına ve tanınmamasına rağmen Tanzimat’tan bu yana Türk edebiyatının da en çok rağbet gören türü romandır. Ayrıca denebilir ki, Türk edebiyatı, hayata, doğaya, topluma ve insana romanla açılmıştır.
Evet ama… Bize yeni girmiş bir tür olması, bu türün anlatım tekniklerine –özellikle başlarda- yeterince vakıf olamayış, insanın ve toplumsal ilişkilerin ‘mahrem’ sınırları, felsefeye yakın durmayış ve tabii ki insanı, hayatı, Tanrı’yı, dinî, siyasî ve sosyal konuları kavrayışta sanatın önündeki görünen veya görünmeyen duvarlar, iktidar-sanat ilişkilerindeki ‘tâbi olma’ konumu, Türk romanının başlıca zaaflarıydı. Herhâlde yaşadığı siyasî ve sosyal olaylar da Türk romanını genelde sınırlı bir alana hapsetti. Bu alanın en önemli konusu, kuşkusuz medeniyet değiştirme sürecinde yaşanan ve genelde arada kalışın trajedisine dayanan kültürel krizdi, buna savaşlar, isyanlar gibi nedenlerle parçalan imparatorluğun öyküsünü ve elbette ‘ulus-devlet’ olma ve ‘çağdaşlaşma’ sürecini katmak gerekiyor. İşte bu nedenlerle Türk romancısı, genelde kendisini toplumu inşâ etmekle görevli saymış, romanı genelde ‘toplumsal mühendislik’ aracı olarak kullanmayı; temelde halkı eğitmeyi, ona ulusal dinî ya da ideolojik bir bilinç/ kimlik kazandırmayı yeğlemiş, dolayısıyla daha çok dünyevî/fizikî plânda kalarak, kültürel kriz, ulus-devlet, ideolojik çatışma, ekonomik yoksunluklar gibi konularla haşır-neşir olmuş, bundan dolayı insan ruhuna, psikolojisine, bir varlık olarak Tanrı, doğa, hayat, dünya, kader, ölüm, özgürlük gibi felsefî/ varoluşsal sorunlara bigâne kalmıştır.
Bu arada Türk romanında varoluşsal ve psikolojik sorunlara hiç mi değinilmedi? Elbette buna yönelen yazarlar oldu. Hepsini saymak mümkün değil ama meselâ bir Peyami Safa’nın felsefe ve psikoloji ilgisi dikkat çekicidir. Öte yandan Ahmet Hamdi Tanpınar, kanaatimce kültürel krizin yarattığı arada kalma trajedisini, geri kalış öykümüzü en iyi anlatan romancıların başında gelir.
Ama bir şey eksik!.. İdeolojik şemalar, köylü-ağa çatışmalarına odaklı yoksulluk öyküleri, çağdaşlık, ilericilik-gericilik kalıpları, kültürel iktidar arzuları, hatta yerlilik millîlik tartışmaları ve son olarak postmodern ‘oyun’lar içinde kaldık, ruha, insanın ebedi ve ezelî felsefî problemlerine hâlâ uzağız… Oysa roman ruhun ve felsefî problemlerin derinliklerine dalmak için de geniş imkânlar sunuyor bize.