Peyami Safa’nın Türk İnkılâbına Bakışlar’ından söz edecektim bu hafta. Safa, kuşkusuz edebiyatımızın iyi kalemlerinden biri. Ama Türk İnkılâbına Bakışlar’ı Cemil Meriç’in de dediği gibi zayıf. Bunun nedenlerinden biri, Atatürk döneminin siyasî ve sosyal atmosferinden etkilenmesi; kendisinin de kabul ettiği üzere “resmî teze uyma zoru”yla yazılması. Diğeri, inkılâpların toplumsal sonuçlarının görülmeden kaleme alınması. Meselâ Safa, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadarki modernleşme sürecinde, “alaturka- alafranga iki Türk ve iki Türkiye” şeklinde bir ‘ikilik’ olduğunu; ancak “Atatürk’ün bir kılıç vuruşile” bu ikiliği ortadan kaldırdığını söylüyor ki, kanaatimce bu, oldukça erken ve sonuçları itibarıyla yanlış bir hüküm. Çünkü inkılaplar belki başlangıçta kurumsal düzeyde ikiliği silmiş gibi göründü ama zihniyet itibarıyla Türkiye hep Doğu ile Batı arasında kaldı. Bu durum, Tanpınar’ın ve Cemil Meriç’in eserlerinde bariz biçimde görülmektedir. Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü Doğu ile Batı, gelenekle modernizm, hurafe ile bilim arasında kalmış, eşikteki Türkiye’nin öyküsü değil mi? Hatta Safa’nın övdüğü inkılâpların hicvi olarak okunamaz mı? Hasılı Safa’nın, Atatürk’ün bir kılıç vuruşuyla çözdüğünü söylediği o derin ihtilaf, bugün dahi çözülememiştir. Bir de Türk inkılâbı, “İslâm şarkı hıristiyan garpla” barıştırdı, diyor Safa. Türkiye’de bugünkü çatışmalara bakıldığında bu da abartılı. Belki şu denebilir: Türk inkılâbı, otoriter bir metotla, Müslüman Şark’a mensup Türkiye’yi Hıristiyan Garp dairesine sokmak için radikal değişiklikler yaptı; ancak başlangıçta kendi kabuğuna çekilen dindar zümrenin, daha sonra inkılâpları tümüyle kabullenemediği görüldü. Hatta bunda Batı’nın İslâm dünyasına uyguladığı askerî, siyasî ve ekonomik baskılar ile giderek artan İslamofobia algısı da önemli rol oynadı. Dolayısıyla bir ‘barış’tan söz edemeyiz.
Esere dönersek, Türk İnkılâbına Bakışlar’ı kanaatimce içerik olarak iki ana bölüme ayırabiliriz. İlk bölümde Safa, modernleşme sürecinde etkili olan muasırlaşmak, İslâmlaşmak ve Türkleşmek düşüncelerini, bunların Milli Mücadele sonrasına kadar geçirdiği değişimi ele alıyor, Batı’ya, eğitime, kadın haklarına, hukuka, komünizme, alfabe tadilâtına, dil konusuna bakışlarını karşılaştırıyor. Ve sonunda inkılâbın ‘Osmanlılık’ vasfını bir kenara bırakarak iki ana prensip üzerine bina edildiğini söylüyor: Bunlar, ‘medeniyetçilik’ ve ‘milliyetçilik’tir. Ona göre medeniyetçilik bizi “Avrupa ve Garp metodu, düşüncesine”, milliyetçilik ise “Orta Asya ve şark” köklerimize götürmekte; dolayısıyla Kemalizm’i öncekilerden ayırmakta, özgün kılmaktadır. İyi ama nedir bu milliyetçilik ya da medeniyetçilik? Osmanlı dönemindeki milliyetçilik ve muasırlaşmaktan farkı var mıdır? Burası muğlak!..
Safa ilk bölümün sonunda Kemalizm’in Batı, İslam ve Türk geleneklerini, bir ayıklama yaparak bünyesinde birleştirdiğini, dolayısıyla “gelenek düşmanı” olmadığını ileri sürüyor ve “Kemalizm İslâm şark ve hıristiyan garp an’analeri arasındaki ihtilafın (…) bir vehimden başka bir şey olmadığını ortaya koydu” (s. 101) diyor. Bu üç gelenek arasında yüz yıllarca süren ve derinleşen ihtilafların ‘vehim’den ibaret olduğu ve Kemalizm’in bunları sorunsuz biçimde kaynaştırdığı da abartılı bir görüş.
Hasılı Safa’nın iddia ettiği gibi ‘Türk inkılâbı’ modernleşme sürecindeki ihtilafları/ çatışmaları sorunsuz biçimde çözebilmiş değil!.. Kitabın ikinci bölümünde yazar, İslâm’la Hıristiyan Batı’yı kaynaştırmaya, Türklerin aslında kökte Batılı bir zihniyete sahip olduğunu ispata çalışıyor.
Haftaya devam edelim…