Tahsin Yücel’in romancılığını pek başarılı bulmam. Dili kekremsidir, bir türlü eğilip bükülmez, incelmez, raks etmez, koşmaz, oynamaz… Bir de öz Türkçe hastalığı var ki, ıkınır, dili çakıllı yollara sokar. Ama “Gökdelen”in Karadenizli müteahhit Temel Diker’ini bugünlerin İstanbul’una baktıkça hüzünle hatırladım. Karadenizli mi dedim! Yok yok romandaki deyişle “Üç boyutu birbirine eşit bir Karadeniz uşağı, tüm İstanbulluların Niyorklu Temel” (s. 30) dediği ensesi kalın bir müteahhit. İnşaat ya Resulallah demiş yürümüş. Rüyası, İstanbul’a Manhattan’daki gibi hep aynı boyda, aynı seviyede, aynı hizada gökdelenler dikmek, “İstanbul’u ikinci bir Newyork yapmak” (s. 32)!.. Kim durabilir ki bu aslanın önünde. Adı üstünde Temel Diker, dikecek…
Bu kadar mı? Hayır! Sarayburnu’na şöyle görkemli bir ‘Özgürlük Anıtı’ da oturtacak yiğidim. Topkapı Sarayı’nın tam önüne! İzin verseler sarayı da yıkacakmış ya! Yıkamıyor işte. Oysa adamın kafasındaki bütünlüğü bozuyormuş bu saray (s. 42). Bütünlük deyince, Temel Diker mimarisinde bu önemli. Yukarıdan İstanbul’a bakıldığında tüm gökdelenler aynı boyda, aynı ende, her biri eşit uzaklıkta görülecek. Müthiş ve çağdaş!
Bir de Özgürlük Anıtı sevdası var demiştim ya!. Üstelik bu anıta kendi anası Nokta Hanım’ın yüzünü nakşedecekmiş!.. Artık “tarihti, coğrafyaydı, sanattı, çevreydi, hiçbir gerekçe karşısında duralaması söz konusu” (s. 40) değildir Temel Diker’in. Romanın sonunda, ünlü zengin Temel Diker, “uzun, yorucu çabalar ve insan imgelemini aşan masraflar sonunda” (s. 284) İstanbul’un tam da göbeğine 279 metrelik bir “ikinci bir “Statue of Liberty”yi dikivermiştir. Eee ne demiş Namık Kemal:
“Yüksel ki yerin bu yer değildir
Dünyaya geliş hüner değildir”
Daha neler yok ki!.. Adliyeler çalışmıyor, mahkemeler kilitlenmiş, bürokrasi hantal mı hantal!. Bu yavaşlığa da bir çözüm bulmalı değil mi? Nasıl mı? Özelleştirme var ya! Tüm adliyeleri satar, özelleştirirsiniz olur biter. Temel Diker onları da satın alır. Hukuk kurumları artık özel bir şirkettir.
Yücel, belli ki İstanbul’daki bu betonlaşmaya, zevksiz mimariye, doğanın, tarihin yıkımına, yoksullarla zenginler arasında giderek açılan mesafeye ironik bir dille yazdığı “Gökdelen”le karşı çıkıyor, Temel Diker’le, bugün artık İstanbul’un her yanında bir pıtrak gibi çoğalan, her yanı saran zevksiz müteahhit tipini alaya alıyor, hukuk sisteminin bozuluşunu, özelleştirmeyi yerden yere vuruyor…
Bir distopyadır “Gökdelen”. Olaylar, gelecekte 2073’te İstanbul’da geçer. Romanı 2006’da çıktığında okumuş, distopya sonuçta, bu kadar da olmaz demiştim. Ama yıllar geçtikçe Tahsin Yücel’in distopyası bir heyula gibi İstanbul’un göğsüne basmaya başlayınca korktum. Vallahi bu gidişle bir Temel Diker çıkar, Sarayburnu’na, Topkapı Sarayı’nın tam da önüne anasının heykelini dikebilir…
Edebiyat böyle bir şey! Sanatkâr sezgisi yıllar sonra olabilecekleri öngörüyor. Yücel’in kurgusu, tekniği, zaman zaman çok açık biçimde ortaya çıkan ve okuru rahatsız eden didaktik mesajları, kuru dili bir yana, Temel Diker dönemin ironik tipi olarak bence ilgi çekiciydi.
Evet henüz somut olarak gökdelenlerin tepesinde oturan, toprağa, sokağa inemeyen, işlerine gökdelenlerin tepesindeki garajlarından özel küçük uçak otomobilleriyle gidip gelen bir küçük zengin zümre yok, buna karşılık gökdelenlerin dibinde sokaklarda, aşağılarda Yücel’in ‘Yılkı adamları’ dediği yoksullar da yok!. Ama bunlar bir simge, Yücel bu iki kesimi sembolleştirerek bir toplumsal yaraya parmak basıyordu.
Romanın sonunda ‘Yılkı adamları’ sel gibi sokaklardan akmaya başlar, “dünya yeniden kendisi” (s. 287) olmaktadır.
Yaşar Kemal bir romanına “Deniz Küstü” adını vermişti. Müsilajı görünce kendi kendime, yok dedim “Deniz Küstü” değil, “Deniz Kustu” kustu…