Kitaptaki iki öykü; “Akılsız Adam” ile “Akılsız Adamın Oğlu Sadullah Efendi” birbirlerinin devamı. İlkinde bir baba, hayata, dünyaya bakışını, oğlunda görmek istediklerini bulamayışını ve bu hayal kırıklığının ona verdiği acıyı anlatıyor. İkincisinde bu kez oğul alıyor sözü; süreç içinde babasından nasıl koptuğunu, bir bakıma halefin zamana, dünyaya ve hayata tutunma hevesini, ama sonunda tekrar eve -babaya da diyebiliriz- dönüşünü anlatıyor. Hazin bir baba-oğul öyküsü bu: Selefin (baba) halefe (oğula) bir ‘oluş’, bir dünya, bir bakış önerisi, aslında dayatması; ama selefin dünya nimetlerine yönelmesi!.. Ve sonra dönüş!
Bir derviştir baba, dünyaya sırt çevirmiş, üzerinde bir hüzün hırkası, ayrıksı, uyumsuz, neşesiz ve hayata karşı iştahsız… İster ki oğlu da öyle olsun; hıfza çalışsın diye hocaya verir onu, kudüm çalmayı öğretir. Ama çocuk!.. Onun için “Dışarısı parlak[tır], insanlar neşeli…” (s. 110) ve içi kıpır kıpır. Hem hayatı bilmeden nasıl öğrenecektir ki dünyanın geçiciliğini! Selef tecrübelidir, kültürlüdür, Fransız lisesinde, İstanbul Üniversitesi klasik filolojide okumuş, Batı’yı görmüştür, musikiye ve şiire vakıftır. Ama her şeyden elini eteğini çekmiştir, oğluna kendi içindeki dünyanın kapısını açar, hatta dayatır, bir türlü anlamaz, anlamak istemez çocuğun dünyaya olan eğilimini. İlkokul, ortaokul, lise ve sonra Fransa… Babayla oğul arasındaki mesafe açıldıkça açılır; baba sezmiştir daha başta durumu, oğulda hafız vakarı yoktur, “Elhamdülillah derken gözü camda, yüzü sıkıntılı ve telaşlı[dır]” (s. 48), içinde dünya tutkusu vardır ve bu tutku büyür büyür, baba kederler içinde kalır.
Bir kuşak çatışması öyküsü! Gürbüz, bir muhafazakâr eda ile babayı, geleneği savunmuyor, yermiyor da… Öte yandan oğulu (modernizmi) da savunmuyor! Her ikisini de konuşturuyor, her ikisinin de haklı ya da haksız yanları var, içtenlikle itiraf ediyorlar da. Örneğin okur ilk hikâyede babanın otoriter, dayatmacı tavrını görüyor, ama öte yandan selefin zengin dünyasına da şahit oluyor, otoriter yönü olmakla beraber, bir bilgedir baba.
Baba ile oğul arasındaki o kopuşa -bir tür çatışmadır bu- o kendi olma mücadelesine rağmen oğulların babaya benzemesi sanki kaçınılmaz kadermiş gibi, ikinci öyküde oğul Sadullah “başa dönemeyeceğini” bilse de İsmet Özel’in “Of Not Being A Jew” adlı şiirindeki “Eve dön! Şarkıya Dön! Kalbine dön!” dizesindeki uyarıya kulak verir; eve döner, Üsküdar’a, babasının dinlediği şarkılara…
Gürbüz, bu baba-oğul öyküsüyle sanki çok derinlerdeki bir yarılmaya; Doğu-Batı ikilemine, bu ikilemin yarattığı kopuşa, değişime ve elbette ki acıya işaret eder. Baba, dünyaya bakışı ile Şark’ın mistik ruhunu -aynı zamanda otoriter- ve kapanan bir devri sembolize eder, oğul ise değişen yeniyi… İki kahraman da kendini savunur; örneğin oğul “Ben dünyayı bilmiyordum ki kalanı ve fazlalıkları bileyim, azı ganimet ve zenginlik bileyim. Babamsa kendindeki her şeyi bana yağdırarak, bunlarla, bu bereketli saydığı sularla hemen büyüyüp, gelişip gümrahlaşmamı bekliyordu.” (s. 105) der, sitemkârdırlar, kalpleri kırıktır, ama ikisi de içlerindeki boşluğu açar, hayat sonunda baba ve oğulu aynı boşlukta buluşturur. Gerçek, o boşluktadır. Oğul da dönüp dolaşıp sonunda oraya gelir.
Mistik, hikemi ve psikolojik bir derinlik var Şule Gürbüz’ün öykülerinde… Dramımızı ve insanımızı içeriden ve bütünüyle kavrayan, baba-oğul çatışmasını hem sosyolojik hem de psikolojik açıdan ele alan bilge bir kalem o.