Peyami Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”nda okurlarının önüne akıl ve bilimle açıklanamayan parapsikolojik, metapsişik bir sahne açar. Romanın başkahramanı Ferit’i bunun için âdeta karanlık bir girdaba; Vafi Bey’in pansiyonuna atar. Rüyalar, kâbuslar, halüsinasyonlar, siyah bir köpek, hayaletler, Büyükada’da ölmüş bir kadın olan Matmazel Noraliya’nın ruhuyla görüşme, Zehra’nın gaibi bilmesi gibi bir sürü olağanüstü, “sırlı vaka”… Amacı, pozitif bilimlerin ve aklın sınırları dışında kalan o meçhul, esrarengiz âlemi ve hâlleri tartışmaya açmak, en azından varlığına işaret etmek. Sadece buna değil aslında, Safa pansiyon aracılığıyla genel bir toplumsal adaletsizlik, yoksulluk, ahlaksızlık ve huzursuzluğa da işaret ediyor.
Eserin ilk bölümünde Ferit, o esrarengiz hâller, olaylar, cinsel arzular içinde kıvranıp durur, bu durumları kendince açıklamak ister, hatta kimi eğilimlerini genetik olarak hedonist ve inançsız babasından tevarüs ettiği korkusuna kapılır. Ama hayır! Ne peşinde gezdiğini düşündüğü siyah köpeği, ne Zehra’nın saati, dakikası dakikasına bilmesini, teyzesinin öldürülmesini aynen anlatmasını, ne de kimi rüyaların gerçek çıkmasını açıklayabilir. Akıl, kesif bir karanlık içinde debelenmektedir. Romanın ilk bölümündeki pansiyon, bu bakımdan aklı ve ruhu boğan, karanlık, esenliksiz bir mekândır.
Ferit’in Büyükada’da Matmazel Noraliya’nın köşküne taşınmasıyla birlikte ruhsal ve felsefi buhran, tabiri caizse karanlık, giderek aydınlığa evrilir. Matmazel Noraliya’nın ıstıraplarla geçen hayatı ve benliğini/ nefsini yıkma tecrübesi, delikanlıya örnek olur, felsefeci Yahya Aziz’in de açıklamalarıyla, düştüğü karanlık girdaptan kurtulur. Delikanlının sorunlarından biri, nefsine hâkim olamayışıydı, sonunda oluyor. Safa’nın önerdiği çare, mistik bir metot: Romanda Mevlana’dan alınan şu cümle, eserin mesajını da özetliyor:
“Senin benliğin bir dağdır ki güneşi görmene, güneşin nurunu almana hâil (engel) olur. Nefsinde öl, O’nda (Allah’ta) yaşa.” (s. 255)
Görüleceği üzere bir tür insanın kendini bulma ya da nefsini terbiye ederek kemale erme sürecini konu edinen bir gelişim romanıdır “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”. Karanlıktan aydınlığa doğru giden bir iç yolculuk öyküsü…
Safa, eserinde aklın ve bilimin dışında metapsişik, paranormal bir alan olduğuna işaret ediyor, başka kitaplardan bu tür olaylara örnekler veriyor (s. 219-223) ve bu bağlamda, özellikle kahramanı Yahya Aziz’i kendine sözcü tayin ederek salt beş duyunun idrakine bağlı gerçeklik/ bilim anlayışını eleştiriyor. Ona göre metapsişik hâllere laboratuvarlarını kapayan üniversiteler bir tür “kilise”, profesörler ise “papaz”dır (s. 227). Yahya Aziz’in eserdeki “Çağımızın ilmi kilisenin dışında doğduğu gibi, yarının hakikati de üniversitenin dışında ele geçecektir.” (s. 228) cümlesi aslında Safa’nın bu konudaki düşüncesini özetleiyor. Bence pozitif bilimlerin “beş duyuya dayalı” yöntemiyle ilgili olarak eserde geçen, bu tür bir metottan “ilim değil, teknik doğar” (s. 229) sözünün altı çizilmeli. Doğru, bugünkü “muhteşem teknoloji” modern bilim yönteminin ürünü, ama Safa’ya göre bilim, salt teknoloji keşfi demek değil. Bilimin kapılarını açmadığı bir ‘öteki’ alan da var.
Romanın ilk bölümü, Ferit’in ruhsal bunalımını, felsefi sorularını; kısaca iç dünyasını yansıtmada başarılı. Bu bakımdan dramatik bir canlılık söz konusu. Ama şunu da belirtmeliyim: Büyükada’da geçen ikinci bölüm, zaman zaman didaktik bir metne dönüşüyor. Metapsişik olaylara, modern bilime, birtakım parapsikolojik hâllere dair uzun açıklamalar, romanı bir felsefi, psikolojik makaleye dönüştürüyor. Safa, Ferit’teki aydınlanmayı, ikna olma sürecini tam izah edebilmiş de değil. O bölümde özellikle Yahya Aziz vasıtasıyla daima yazar konuşuyor.
Ve mutlu son! Her şey, ne çabuk, ne kolay halledilmekte. Safa, son bölümde oldukça aceleci ve müdahaleci…
İlk bölüm canlı, son bölüm rötuşlu. Ama iyi roman “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, soruları olan okur için…