Galiba bu kadim bir mesele! Çünkü Ernest Renan da “Ulus Nedir”de kimi güçsüz toplulukların unutarak ulus ırmağına dahil olduğunu söyler. Uluslaşma tarihlerinde rıza ve kabule dayanan tâbi olmalar varsa da tersi de vâkidir ve işte bu noktada gizleme ve örtmeye, hatta çarpıtmaya dayalı bir tarih yazımı devreye girer. Nitekim Arendt, “Siyasi emellere ulaşmak için meşru araçlar olarak kullanılan gizlilik ve kandırma, yani kasıtlı sahtekârlık ve açık yalan, yazılı tarihin en başından itibaren yaşamımızda olmuştur.” diyor (s. 12).
Yalana insan, hem kendine bir yer açmak hem de açtığı yerde devamlı kalmak için başvurur. Daima iktidarda kalmayı amaçlayan siyasetçi, zaaflarını, varsa yaptığı hataları örtmek, kendini daima güçlü göstermek için elindeki ‘meşru araçlar’ ve uzman sorun çözücülerle kamunun zihnini gerçeklikten uzaklaştırarak onun yerine kurguladığı ‘gerçek”i (!) inşa eder. Ve gerçekler çoğu kez daha acı verici olduğu için insanlar genelde yalana/ hayale sığınmayı tercih ederler. Çünkü yalan, gerçeğe göre daha caziptir. Ayrıca yalancı, yönetilenlerin ne duymaktan hoşlandığını, beklentilerinin ne olduğunu önceden bilmenin avantajına sahiptir, uzmanlarıyla beraber beklentilere, kitlelerin umutlarına, hatta inanışlarına, duygularına ve düşüncelerine uygun profesyonelce yalanlar üretir. Modern ticarette reklâm, bu manada tabiri caizse tüketicileri cazip yalanlarla ikna etme sanatıdır. Siyaset, bunun daha organize, daha köklü bir tekniği ile çalışıyor… Arendt’in deyişiyle yeni nesil entelektüellere göre artık “siyasetin bir yarısının ‘imaj yaratma’ diğer yarısının da insanları bu imajlara inandırma sanatı”dır (s. 17). Böyle olunca, gerek ekonomik krizlerde, gerekse güvenlik sorunlarında bürokratik kurgu, gerçekliği örtüp toplumu kandırdığı gibi zamanla -en tehlikelisi- kendi uydurduğuna kendi de inanabiliyor. Hannah Arendt’nin kitabında bu konuda Ortaçağ’a ait bir anekdot anlatılır. Buna göre yaklaşan düşmanı halka duyurmakla görevli nöbetçi, bir gün şaka olsun diye tehlike çanlarını çalar. Ama sonunda kendi uydurduğu/ yarattığı düşmanlara karşı şehri savunmak için herkesin peşinden kendisi de surlara koşmuştur!..
Buradan şöyle bir sonuç da çıkıyor: Bir yalancı, yalanına ne kadar çok kişiyi ikna ederse, ona inanma ihtimali -kendisi de dahil- o kadar artıyor. Haydi daha açık söyleyelim, bu azim ve ustaca yalana, yönetenler de yöneticiler de memnun ve mesrur olarak katılıyorlar… Tanpınar, bu kitlesel aldanmayı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı eserinde ironik bir biçimde anlatır. İrdal, “Büyük Ümitler” başlıklı ilk bölümün sonunda bir masal/ yalan içinde yaşayan Osmanlı toplumunun olgusal gerçeklerle “Birinci Dünya Harbi”nde karşı karşıya geldiğini, bu savaşla “ilk defa ayaklarının toprağa bastığı”nı, ama çok geç kaldıklarını söyler!.. Lâkin romanda Türkiye o yalandan başka bir yalan’a -modernleşme yalanı-sürüklenir. Türkiye’nin hayatı, bir yalanlar tefrikasına benzetilir.
Tehlikeli olan şu: Yalanı, hayatın/ iktidarın devamı için meşru ve genel bir kural olarak görmeye başlamak!.. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün İrdal’ı zamanla karşı çıktığı yalanlara kendi de tâbi olur, hatta yalan söyler, Ayarcı’ya uyar!.. Arendt de bu tehlikeye işaret ediyor; yalanın siyasetteki geleneksel rolünü de aşıp idarenin tüm safhasına egemen olması, yutucu, -kendi gerçekliğini de yok etme pahasına- üstelik meşru sayılması…
Bilgisayar, tv ekranları ve akıllı telefonların ‘sanal dünya’sında sörf yapan, zihinleri sadece gösterilene, duyurulana inanan bir ‘sürü’ artık insan!..