Dünyaya doğan insan, bir bütünden kopar bence… Meselâ biyolojik kök olarak annesinden ve babasından kopar. O boşluktur sızlayan ilkin. Bir de ruhuna üflenen, ona can veren nefesten kopar. Mevlâna’nın Mesnevi’sindeki ney misali, asıl vatanından kopan kamış gibidir. Bundan dolayı dünya gurbetinde bütüne olan özlemle yanar durur. Sonra… Yaşamı boyunca birbirlerinin ruhunda ya da bedeninde açtığı gedikler/boşluklar var bir de insanların. Kimi sevgisini alıp gider, kimi umudunu, kimi arzusunu ötekinin… Boşluk, insanın yazgısıdır o hâlde. Ve emel gurbeti hiç bitmez!.. O boşlukları doldurmak, yokluğunu hissettiği şeyi bulmak hevesiyle ya da acısıyla, bir bütüne daima hasret duyar insan. Boşluk demiştim, insanın yazgısıdır. O boşluk nedeniyle çığlık atarız, doldurmak için çırpınırız… Şiir diyor İsmet Özel, “bilhassa şiir hoşumuza giden değil, boşumuza gelen bir şeydir.” (Şiir Okuma Kılavuzu, s. 151)
O hâlde şiirin doğması için –hem şair, hem okur açısından- bulunması gereken ilk şart, bu ontolojik ‘boşluk’tur!.. Şiir, bütünden kopmanın yarattığı bu boşluktan, boşluğun neden olduğu o derin ıstıraptan ve bütüne olan hasretten doğar. Öyleyse “Boş kab olacak ki içine bir şey düşsün”. Ama “aynada iskeletini/ görmeye kadar varan/ kaç kişi var şunun şurasında” (İ. Özel). Herkeste boş kap var mı ya da herkesin boş kabı aynı büyüklükte mi, herkes boşluğu görecek nitelikte mi? Şair, Özel’in deyişiyle kendisinde “bir şeyin fazla, bir şeyin eksik” olduğu kişidir. Boşluğu görmesi ve derinden hissetmesi onun fazlasıdır, eksiği ise boşluğun bizzat kendisi… Şimdi her şair sormalı kendisine şu soruyu: Hangi boşlukta neşv ü nema buluyor benim şiirim, hangi boşluğa değiyor, hangi bütüne hasretim?
Şiir, tıpkı ney’in boşluğunu dolduran nefes, tıpkı musikârın gagasındaki boşluklardan çıkan sesler gibi, şairin boşluğuna düşer, o boşlukta doğar, orada neşv ü nema bulur ilkin. Sonra uçar da, bir okurun boşluğuna; yarasına, hasretine, umuduna konar tesadüfen. İşte onun için şiir hoşumuza değil, boşumuza gelen bir şeydir, ama boşluğu olmayan okura değmez. Öyleyse okurun da bir şiire muhatap olması için onda şiire uygun bir boşluk bulunmalı. Bu, bir başka duruma daha işaret ediyor; bir şiiri hoş kılan şey boşumuza gelmesidir; yoksa tek başına şiir, hoş olduğu için, hoşluk olsun diye söylenmez, okunmaz da!.. Peki niçin okunur? İnsana boşluğunu, koptuğu bütünü hatırlatmak için. Çünkü insanın özü ve gizi boşluklarındadır; ancak boşluklarını hatırlayarak bilebilir/ bulabilir kendini, gücünün sınırlarını… Şiir işte bu boşlukları hatırlatarak, insana kendilik bilgisi verir.
Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Gerçek sanatkâr, yaradılışından beri ve hayatı süresince oluşan boşlukları derinden duyan, bu boşluklara kalbinin ta derinliklerinden gelen nefesle üfleyen kişidir. Bir aşktır şiir, bütüne/ sevgiliye olan hasretten, boşluğun giderilmesi ihtiyacından doğar, Özel’in deyişiyle; “insanın bütüne olan hasretini kamçılar.” Ancak kendisi gibi bir boşluğa değince anlam kazanır ve döllenir tabir caizse. Buna; boşluğun boşlukla, yaranın yarayla ve şiir vasıtasıyla -ya da bir başka sanatla- örtüşmesinden doğan hazza, estetik haz diyoruz. Eskilerin ehl-i dil olanın hâlinden ancak ehl-i dil olanlar anlar sözünün arkasında aslında bu vardır.
Şimdi sorayım madem: “Sırça köşkte oturan delikanlılar[ın], sırça köşkte oturan yaşlılara temennâ çak[tığı], yaşlıların da (üstatların mı demeli AK) onların sırtlarını sıvaz[ladığı…” (İ. Özel) bir edebiyat ortamında, kimin hangi boşluğu var da, hangi boşluğa yazıyor?..