Hatıra yazmak zor iş! Kendini koyuyorsun ortaya, cesaretin kadar ama. Öfkelerin, kırgınlıkların, sevdiklerin, sevmediklerin, inançların, siyasi görüşlerin bir şekilde dökülüyor ortaya. Zülf-i yâre dokunmak da kaçınılmaz! Kimileri kızacak, kimileri sevinecek, kimileri hayal kırıklığına uğrayacak. Hâsılı zor!
Sezai Karakoç’un “Hatıralar”ı da öyle! Yer yer kırgınlıklar, alınganlıklar, sitemler ve imalarla yüklü. Ama şöyle bakın: Tüm hatıratlar özneldir, tüm yorumlar, tespitler doğru olacak değil, o öyle görmüş, ama her görüş önemli! Ya hiç yazmasaydı, o görüşten, o yorumdan mahrum olmayacak mıydık? İyi ki yazmış! Kimse kırılmasın, küsmesin, hayat böyle çünkü, dümdüz değil hiçbir şey.
Başta şunu söyleyeyim: Karakoç, devrindeki muhafazakâr, mukaddesatçı matbuatın, edebiyatın dilini eksik ve eskimiş buluyordu, yeni bir dil ve üslup arayışındaydı, neslin değiştiğinin farkındaydı. Nitekim “Hatıralar”ındaki şu sözler, hem döneme hem şiire bakışının ölçüsü de bence. Onu ve “Diriliş”i bu sözler bağlamında anlamaya çalışmalı:
“… ben kısa vadeli çalışmaların, muhalefete ve komünistlere çatmakla yetinmenin fazla bir fayda vermeyeceğini düşünerek bir düşünce ve edebiyat dergisiyle yeni bir hareketin başlatılması gerektiği fikrine vardım. Yeni bir nesil gelmişti. Ortam otuz yıl öncesine göre çok değişmişti. Düşünüşte bir tazelenme ve yenilenmeye ihtiyaç vardı. Yeni bir dil ve üslup gerekliydi.» (Hatıralar II: 151)
Bu görüşleri doğrultusunda, yeni bir dil ve üslupla, yıkılmış bir medeniyeti yeniden ihyaya koyulur Karakoç. Popülist, anti-komünizme veya salt tepkiye dayanan dili benimsemez, çıtayı daima yüksek tutar, kısa vadeli değil uzun soluklu bir kazı çalışmasıdır yaptığı. “Hızırla Kırk Saat”, “Taha’nın Kitabı”, “Gül Muştusu”, “Leyla İle Mecnun”, öz mekânı ve tarihiyle sahih bağ kurmaya çalışan büyük bir gayretin eserleri. İkinci Yeni için “Laleliden dünyaya doğru giden bir tramvay” demişti, o ise zaman ve mekânda dünyayı aşar, İstanbul’dan Öte’ye doğru giden bir Hızır yoldaşı… Zamanda ve mekânda büyük bir genişleme, Öte’yi de kapsayan -ezel ve ebede açık- bir yol…
Mütefekkir ya da sanatkârla politikacıyı birbirinden ayıran çok büyük bir fark var. Modern dünyada politikacı, son kertede ‘kazanma’yı amaçlar, üstelik kısa vadede kazanmayı. Muhatabı halktır, Haşim’in deyişiyle âdi idrak! Derin ve uzun düşünmek, zaman kaybıdır politikada. Halkın gönlünü almak için halkın dilini kullanır doğal olarak. Kalabalıkların heyecana ihtiyacı vardır, uzun ve derin düşünmelere değil! Ah evet hız! Oysa tefekkür sabır ister, çileli ve uzun bir yol…
Şairin DP’ye, AP’ye, MNP ve MSP’ye bakışını da böyle değerlendirmeli. Hassasiyeti, usulü, bakışı başka. DP’ye bakarken hassasiyetleri doğrultusunda, egemen zihniyeti değiştirecek hamleler yapamadı diyor, esas itibarıyla. Devrin deyişiyle ‘muhafazakâr-mukaddesatçı’ matbuat camiasını daha çok popülist bir dile, salt muhalefete, anti-komünist bir söyleme dayandıkları için eleştiriyor.
Kanaatimce “Diriliş”i uzun soluklu bir yol olarak tasarlamıştı. Ama belli ki popülist ve kısa vadeli adımlara ayarlı siyasî çevreler, vâdiü’s-seba’yı (yedi vadi) aşacak kadar iradeli olamayan, uzun yola tahammül edemeyen kimi yazar ve şairlerin aklını “baygın meyveler’iyle çelmeyi başardılar. O ise “dünyada kendine bir acı kök tadı” seçti.
“Hatıralar”da ben, büyük bir kırgınlık, küskünlük de buldum! Kime, kimlere, niçin kırgın belli… Neden mataranızda tuzlu su yok, neden uzun yola çıkmıyorsunuz? Asıl soru bu! Politikacı sabırsızdır, ama mütefekkir?.. Tefekkürü değil, günlük politika dilini önceleyen bir camia bu!
Hep dönüp dönüp başa geliyoruz! Neden? “Hatıralar”da bunun cevabını bulacaksınız.
“Büyük Doğu” döneminin gereğini yapmıştı, “Diriliş” uzun yola hükümlüydü. Ama ‘Simurg’ olmak kolay değildi...