Geçen hafta Sezai Karakoç’la Necip Fazıl’ın münasebetlerine değinmiştim. Nezaket ve saygı dairesinde bir halef-selef münasebetidir bu. Ama hep sakin, daima durgun bir çizgide mi yürümüştür derseniz, hayır!
Ben, bu münasebete hiç hissî bakmam! Bloom’un “Etkilenme Endişesi” adlı kitabını da yedeğime alarak, bir halef-selef rekabeti olarak görürüm. Sanatta selefle halef arasında örtük ya da açık biçimde bir rekabet daima var olagelmiştir. İyi bir şair, selefinden beslenir ama eninde sonunda onu geçmek ister. Bu, elbette zaman zaman gerginliklere neden olur. Çünkü selef de egemenliğini sürdürmek ister. Bloom “Etkilenme Endişesi” adlı eserinde ephebe adını verdiği ‘genç şair’in üstadıyla giriştiği bu kendi olma mücadelesini ayrıntılı biçimde anlatıyor.
“Hatıralar”a bakınca Kısakürek’in mizacına dair bazı ipuçları da yakalıyoruz. Mesela 1956’da Karakoç, Büyük Doğu’nun “Sanat-Edebiyat” sayfasını çıkarmaya yardım ederken, Ramazan boyunca büroya gelir çalışırmış. Necip Fazıl, her akşam “sana diyeceğim bir şey var” der Karakoç’un iftara gitmemesine sebep olurmuş. Bütün Ramazan bu böyle devam etmiş. Kanaatimce Kısakürek, daima kendini merkeze koyduğu için çevresindekilerin ne yaptığına, neye ihtiyacı olduğuna dikkat etmiyordu. Karakoç ise açık açık söylemese de belli ki bundan kırılıyor ve güceniyordu. Nitekim yine “Hatıralar”da Üstad’ın, “Şahdamar” üzerine bir yazı yazması üzerine, genç şairin “Oysa benim sanat yanımı üstad yeni öğrenmiş değildi.”, “Tabii, şiir ve yazılarım Büyük Doğu’da da yayınlanmıştı. Ama, toplumu sarsan büyük olaylar, hapse giriş, bir an için bunları unutturmuştu sanki. Belki, o zamana kadar şiirime pek dikkat etmemişti. İlk kez bu kitapla şiirime eğiliyor olmalıydı.” cümleleri, kanaatimce halefin, dikkate alınmadığı için selefine yönelik serzenişler olarak okunabilir. Örtük bir kırgınlık seziyorum bu satırlarda. Ama başka bir şey daha buluyorum: Kısakürek’in ben-merkezci mizacı. Yanı başındaki şairi uzun süre fark etmemesi, Bloom’un eseri göz önüne alındığında önemli bir ipucu. Halef’in itirazları ve onaylanma arzusu yok mu bu satırlarda? Var!..
Başka kırgınlıklar da var!.. Meselâ asıl gücenikliğe sebep olan olay şu: Karakoç, Büyük Doğu’nun “Edebiyat-Sanat” sayfasını yönetirken, kendisinden habersiz bazı iyi olmayan şiirleri sayfaya koyan yazı işleri müdürüyle tartışmış. Haklı olarak buna itiraz etmiş. Bu tartışma Üstad’a çarpıtılarak aktarılmış. Karakoç, Üstad’ın kendisiyle ilgili bu çarpıtmaya inanmasına oldukça kırılmış, uzun süre Büyük Doğu’ya uğramamıştır.
“Hatıralar”da halefin, selefine yönelik daha sakin olarak yaptığı değerlendirmeler de dikkati çekiyor. Meselâ 1951’deki “Kumarhane baskını” dolayısıyla yazdıkları bence makul, sakin değerlendirmelerdir. Nazik bir dille bu olayın olumsuz neticelerini de yazar şair. Doğru söylemiştir, yorumları kıymetlidir.
Bütün bunlar bir yana, Karakoç neslin, toplumun, duyarlığın değişmekte olduğunun farkına varmıştı. Bu bağlamda dindar camianın matbuat ve sanat dilinin değişmesi gerektiğini biliyordu, “ben kısa vadeli çalışmaların, muhalefete ve komünistlere çatmakla yetinmenin fazla bir fayda vermeyeceğini düşünerek bir düşünce ve edebiyat dergisiyle yeni bir hareketin başlatılmasına karar verdim.” şeklindeki cümleleri bu bakımdan çok önemlidir. Nitekim Diriliş’i bu görüşleri uygulamak için çıkarmıştır. Bunları ben, halefin seleften dil, üslup ve teknik olarak -içerikte dünya görüşünde değil- kopuşunu ilân etmesi olarak görüyorum. Dikkat edilirse “Diriliş”in dili, üslûbu ve tarzı “Büyük Doğu”dan oldukça farklıdır.
Necip Fazıl, Laleli’den Sakarya’ya gidiyordu, kavga ede ede, öfkeli adımlarla, polemiklerle, flaş manşetlerle… Sezai Karakoç Lâleli’den İslâm âlemine, tarihine, geleneğine doğru gitti, sakin, kazarak, modern bir dille.