Felsefî bir düşünceyi veya psikolojik bir olayı, bilimsel bir dille kaleme almaktansa, edebî bir form içinde kurgulamak herhâlde daha cazip ve etkili.
Örneğin roman, felsefî düşünceleri veya psikolojik durumları, sahneleme ve bir hareket, oluş hâlinde daha canlı ve etkili biçimde anlatma imkânına sahip. Bu nedenle olsa gerek, Sartre da kimi felsefî düşüncelerini roman yoluyla anlatmayı seçmiştir. “Bulantı” (Can Yay., 2019) bunlardan biri. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, bir romanın dil inceliğine, naifliğine, doğallığına, lirizmine, okuru çekecek güçlü, ihtiraslı, acı içinde kıvranan karakterlere sahip değil. Varoluş sancısı çeken Raquentin, ıstırabını içselleştiremiyor, meselâ bir Beckett’ın Murphy’si gibi derin bir yalnızlık ve uyumsuzluk içinde kıvranmıyor, Camus’nün “Düşüş”ündeki Jean Baptiste gibi büyük bir düşüş, Tolstoy’un “Kreutzer Sonat”ındaki Pozdnişev gibi şiddetli bir ruhsal gerilim yaşamıyor… Aksine roman boyunca bir filozof edasıyla, varoluş felsefesi dersi veren bir felsefe öğretmeni gibi konuşuyor, didaktik ve ruhsuz! Oysa Anny ile Raquentin arasındaki aşktan ne büyük bir roman çıkardı, ayrılık, acı, mecburiyet, öfke…
“Bulantı”, temelde felsefî bir metin. Bu nedenle eserdeki felsefî düşüncelere, özellikle de romanın anahtarı olan ‘bulantı’ kavramına odaklanmak gerekiyor. Bu kavramın arkasındaki felsefî anlamı kavradığımızda, eserin içerdiği felsefeyi de anlayabiliriz. O hâlde ilkin bulantı nedir sorusuna cevap bulmak zorundayız.
Antoine Raquentin’in yaklaşık bir aylık günlüklerinden oluşan “Bulantı”, onun Anny ile aşkını, Marquis de Rollebon üzerine yaptığı araştırmayı, kasabadaki hayata dair gözlemlerini ve bazı kişilerle olan sınırlı ilişkilerini bir yana bırakırsak, varlığı, varoluşu kavrayışta yaşadığı büyük değişimi anlatır. Nitekim romandaki; “Başıma bir şey geldi, artık kuşkum yok” (s. 19 ) cümlesi buna işaret ediyor.
Acaba nedir Raquentin’in başına gelen? Buna cevap bulabilmek için onun öncesi ile sonrasına bakmak gerekiyor. Kendi ifadesine göre öncesinde ‘varoluşma’nın ne olduğunu sezemeyen, varlığı salt görünen şekliyle ve yüzeysel olarak kavrayan, nesneleri sadece “bir dekor gibi” gören ve varoluşu “nesnelere dıştan eklenen boş bir biçim” olarak tanımlayan biridir o. Ancak sonra birden varoluş kendini açığa vurur, varoluşun nesnelerin hamuru olduğunu, kökün varoluşla yoğrulduğunu kavrar (s. 189-190). Bu, varoluşa ilişkin bir bilinçlenme ve aydınlanma durumudur. Sartre’ın kavramlarıyla konuşursak, “kendisi için varlık” olan ve özünü sonradan kendisi inşa eden insanın, hem kendisini hem de “kendinde varlık” olan, özü önceden belirlenmiş, nedensiz ve izahsız nesnelerin varoluşunu idrak etmesidir. Ama aydınlanma, bir tiksintiyi, bir bulantıyı doğurur. Raquentin, bulantıyı ilkin deniz kıyısında eline aldığı bir taşla hisseder, “her şey işte o zaman başlamış…” (s. 183), taşın yaşlığı ve yapışkanlığı onda bir tiksinti uyandırmıştır. Varoluşu idrakinden sonra bunaltı sürer, Raquentin’in yakasını hiç bırakmaz, zaten bu “geçici bir huysuzluk ya da hastalık” değildir, varlığın kendisi bulantıdır çünkü (s. 188).
Peki neden bulantı?.. Özünü kendi oluşturmak zorunda kalan, dolayısıyla büyük bir sorumluluk altına giren insan -bu konuda Tanrı’dan da yoksun olunca- varoluşu idrak ettiğinde, diğerlerinden ayrı ve fazlalık olduğunu, “var olmaya devam etmemiz için hiçbir sebebin bulunmadığını (s. 195) ve yaşamın ‘saçma’lığını anlar. Bunu kavradığında da bitimsiz bir tiksinti duyar.
İşte bulantı budur, insana yapışan yaşam bulantısı!..
Sartre, insanı bir hiçliğin, umutsuzluğun, saçmanın ortasına bırakıvermiştir. Artık buradan çıkış yoktur. Yürek bulantısı, var oldukça sürecektir…