İsmet Özel, “Şiir Okuma Kılavuzu”nda; “şiir hoşumuza giden değil, boşumuza gelen bir şeydir” der. Önce şaşırıyor insan değil mi? “Hoş”la “boş” arasındaki seci de güzel tabii! Ama sonra, yok diyorsunuz, fazla abartmış, sanat eseri elbette insanın hoşuna gitmeli! Çünkü yaygın kanaat böyle! Öğrenilmiş kabul, sorgulanmamış yargı! Oysa bana göre İsmet Özel haklı.
Tolstoy’un “Sanat Nedir?”ini okurken İsmet Özel’in yukarıdaki ifadesi geldi aklıma ve bu konuda Tolstoy’la hemfikir olduğu dikkatimi çekti. Rus yazar, bu eserinde Rönesans’tan sonra salt haz ve güzelliğe indirgenen ve yüksek tabakanın beğenisini ölçüt alan –kendi deyişiyle “artık avare takımın boş eğlencesi” (s. 70) olan- sanata karşı çıkıyor. Ona göre gerçek sanat eserinin amacı hoşa gitmek değil, sanatçıdaki duygunun eser vasıtasıyla muhataba aktarılmasıdır. Bir anlamda duygudaş olmak! Haydi ben buna kültürümüze has bir deyişle hâldaş olmak diyeyim… Dolayısıyla sanat, insanları hâldaş yapma kudretine sahiptir, zaten asıl ölçütü de budur!.. Üstelik bu vasfıyla sadece yüksek zümreye değil, tüm insanlara hitap eder ve böylece evrensel mertebeye ulaşır.
Güzel! Tolstoy, sanatı bir “duygu aktarımı” olarak görüyor. İşte tam da burada önemli bir sorunla karşılaşıyoruz. Hoşa gitmeyi; üstelik belli bir kesimin hoşuna gitmeyi amaçlayan sanatkâr, duygu aktarımını başarabilir mi?.. Herhâlde hemen herkes gerçek sanat eserinin salt hoşa gitme veya haz verme itkisiyle doğmadığını bilir. Çünkü sadece hoşa gitme veya haz vermeyi amaçlayan sanatkâr, kendine değil dışa tâbidir. Bu durum ise sanatın vazgeçilmez şartlarından olan samimiyeti ortadan kaldırır. Dolayısıyla kendinde samimi bir duygu/ hâl olmayan sanatkârın muhatabına duygu aktarması mümkün değildir. O hâlde sanatta esas olan, eserde konu edilen duygu/ hâlin öncelikle öznede hâsıl olmasıdır. Hâldaş olmanın ilk şartı bu! Tolstoy buna “iç gereksinim” diyor.
O hâlde şunun altını çizelim: Sanat, bir iç gereksinim sonucu kendiliğinden infilak eder. Nedir bu iç gereksinim? Hoşa gitmek mi, haz vermek mi, ünlenmek mi, para kazanmak mı?.. Sorun tam da burada işte! Günümüzde sanat, Tolstoy’un “iç gereksinim” dediği hâlden yoksundur. Çünkü bir endüstri ürünü olarak görülüyor. Hatta bunun için hoşa gitme, haz verme, ilginç olma, dikkati çekme gibi birtakım teknikleri öğreten bir kültür endüstrisi de oluşmuş durumda. Sanatkâr –sanatkâr mı?- bu endüstrinin âdeta profesyonel bir memuru/ işçisi gibi hedef kitlelerinin hoşuna gidecek, onları boş zamanlarında eğlendirecek eserler üretiyor. Evet evet üretiyor!.. Dolayısıyla sanat, içe doğan/ içten doğan bir hâlin değil, dıştan talep edilen bir hoşluğun veya hazzın emrindedir artık.
Tolstoy’un “iç gereksinim” dediği hâli biraz açıklamak lâzım. Kanaatime göre sanat eserinin tohumunda; yani o infilâkın kökünde sanatkârın –entelektüelin de- hakikat, adalet, merhamet vb. yüce değerlere büyük bir imanla bağlılığı vardır. Baki’nin “Ferman-ı aşka can ile var inkıyadımız” dediği gibi sanatkâr bu değerlere canıyla bağlıdır. İşte Tolstoy’un iç gereksinim dediği şey bu! Ve eserde duygu/ hâl, ancak bu iç gereksinim sonucu doğar, ardından muhataba geçer, böylece hâldaş olunur. Tersine sanat dış taleplere göre, “ısmarlama üretilmez, sanatçının içinde kendiliğinden doğmalıdır” (s. 116). Nitekim sanatsal etki de Tolstoy’un dediği üzere; “ancak yazarın kendinde doğan, kendine özgü bir duygunun karşıdakine aktarılmasıyla mümkündür.” (s. 117).
Şimdi sormak isterim. Günümüz Türk edebiyatında şairler/ yazarlar, bu “iç gereksinim”e sahip mi? Politik bakımdan hiç ayırım yapmadan söylüyorum. Uzun süredir edebiyat Tolstoy’un belirttiği iç gereksinimden kopmuş, güce, sermayeye tâbi bir mesleğe dönüşmüştür. Artık “iç gereksinim”in değil “iktidarların gereksinimi” hükümfermâdır!..