Arthur Rimbaud’nun dediği gibi şairin asıl amacı bilinmezi bulmak, görünmezi görmektir.
Onun için sanatkâr, karanlığı delen, eşyanın görünmeyen yüzünü görebilen bir göze ve duyuşa sahip kahindir. Belki de sanatkârın ruhuyla somut âlem arasında Neşet Ertaş’ın türküde söylediği gibi gönülden gönüle giden gizli bir irtibat yolu var! Bu, idrak organlarının sanatkârlarda diğer insanlara göre daha açık olmasıdır ki, kanaatimce fıtrîdir.
Modern sanat, özellikle sembolist ve sürrealistlerle beraber sadece somut gerçekliğe odaklı mimetik anlayıştan koptu. Bu, elbette tümden bir kopuş değildi. Çünkü yaratılmış hiçbir varlık, içinde bulunduğu dünyadan kopamaz. Sanat eserlerinin kaynağı içinde bulunulan somut âlemdir! Ancak belli ki Rimbaud, Mallarme, Edgar Poe gibi kimi şair ve yazarlar, görülenin ve bilinenin ötesinde, ona bitişik bir ‘görünmeyen’ ve ‘bilinmeyen’ olduğuna inanıyorlar. Öyle olmasa neden Rimbaud, “görülmezi görmek”ten ve “bilinmeze varmak”tan söz etsin ki?.. Edgar Poe da öyle! Meselâ “Şiirin İlkesi” başlıklı yazısında insandaki düşünme mekanizmasının “saf zekâ”, “zevk” ve “törel duyu” olmak üzere üç parçadan oluştuğunu, ruhun tam merkezinde yer alan ZEVK’in asıl hedefinin ise büyük harfle ‘Güzellik’ olduğunu söyler. Şairin ulaşamadığı ama susuzluk çektiği şey veya “Pervanenin yıldıza duyduğu özlemdir.” bu (“Örneklerle Şiirin İlkesi”, Çev. Sait Maden, Çekirdek Yay., s. 25). Klasik edebiyatımızda pervanenin şem’e (mum) duyduğu aşk gibi!.. Ve sonuçta Poe da şiiri; “Yalnız önümüzdeki Güzelliğe değer biçme değil, üst Güzelliğe ulaşmak için gösterilen büyük çaba…” (s. 25) olarak görür. Sanatkâr ise özü/ kökü sonsuzluğa kadar uzayan bu Güzelliğin “bir bölümüne ulaşmak için” zamanın düşünceleri ve nesneleri arasında çabalayıp duran biridir. Rimbaud görülmez ve bilinmez diyordu, Poe özü sonsuza varan üst Güzellik diyor! Bence ikisi de aynı şeyi söylüyor.
Sadece şairler değil, ressamlar da görünenin ötesini resmetmek, Yves Berger’in deyişiyle “bedenin korkunç hududunu aşmak”, “Görünüşlerin yoğunluğunun ötesini veya daha ziyade içini görmek” amacındadır. Baba John Berger’in söylediği gibi resim de sonuçta “görünmezin ihyası” değil mi? (“Top Sende”, Çev. Oğuz Tecimen, Metis, s. 12,61).
Buradan somut gerçekliği reddettiğim gibi bir anlam çıkarılmasın! Hayır! Shakespeare’in “Bedenimin değeri, ruhun kabı olmaktır” (“Soneler”, Çev. Talat Sait Halman, İş Bankası Kültür Yay., 2019, s. 74) dediği üzere beden ruhun kabıdır ve bu bakımdan önemlidir, ama daha önemlisi bedenle ruh birbirinden ayrılmaz. Dolayısıyla biçim de özün kabıdır. Sanatkâr ilkin nesnenin somut cephesini, biçimini görür, ama asıl amacı o biçimin içindeki ruhun, Poe’nun üst Güzellik dediği şeyin bir parçasını hissetmektir. Aksi takdirde kabukta kalır, nesnenin ruhunu kavrayamaz.
Modern sanattaki bu gerçeklik anlayışı, zamanla Türk edebiyatına da yansıdı. Türk şiirinin somut gerçekliğe odaklı anlayışını Ahmet Haşim’den de güç alarak İkinci Yeni şairleri yıktı. Onlar alışılmış dille beraber, somut gerçeğe odaklı mantık ve idraki tersyüz ettiler. Bundan başta en çok rahatsız olanlar Toplumcu Gerçekçilerdi. Asım Bezirci’nin İkinci Yeni’yi soyutlukla, halktan kopuklukla, Divan şiirini diriltmekle suçlamasının ardında, aslında somut gerçekliğe dayanan poetikanın yıkılma kaygısı vardı. Haklıydı! Sezai Karakoç’un bu şiir hareketini “Neo-Realist” olarak nitelemesi boşuna değil. Ama bu derin kırılmayı ne yazık ki “muhafazakâr sanat erbabı” da uzun süre –hatta hâlâ- fark edememiş, İkinci Yeni’yi oldukça basit bir değerlendirme ile Batı’yı taklit eden, gelenekten kopuk bir “bunalım edebiyatı”na indirgeyivermiştir! Oysa İkinci Yeni alışılmış gerçeklik ve idrakte büyük bir kırılmadır!