Stefan Zweig (1881-1942), dünyanın en güçlü edebiyatçılarından biriydi. Kanaatimce en önemli yönü, hayatını adadığı medeniyet idealidir. Zweig, eserlerinin hemen hepsinde “Birleşik Avrupa rüyası”nı anlattı. Hayatı boyunca ortak bir Avrupa kültürü, ortak bir Avrupa dili, deyiş yerindeyse ortak bir Avrupa vatandaşlığı özlemiyle yaşadı. Hatta denebilir ki, İkinci Dünya Savaşı’nın bu ‘ortak Avrupa’ rüyasını karartmasıyla büyük bir umutsuzluğa düştü ve eşiyle birlikte artık bu dünyanın yaşanamaz olduğu fikrine kapılarak 1942’de intihar etti. Dolayısıyla intiharının arkasında da bu büyük medeniyet hülyasının yıkılmasından duyduğu büyük ıstırap vardır.
***
Zweig, “Yarının Tarihi” adlı kitabındaki “Tarihsel Gelişimi İçinde Avrupa Düşüncesi” başlıklı yazısında bu ‘Birleşik Avrupa” rüyası üzerinde durur ve bu rüyayı İncil’deki Babil Kulesi’nin yapılış söylencesine kadar götürür. Ona göre, ‘ortak Avrupa birliği’nin tarihteki ilk somut örneği Roma’dır. Ünlü yazar, Roma’yı bu büyük rüyanın somut bir örneği olarak alkışlar, Avrupa uluslarının Latince etrafında büyük bir kültürel birlik oluşturmasını över. Rönesans, ona göre Avrupa’nın ‘Babil Kulesi’ni yapma devrine dönüştür. Ama maalesef Babil Kulesi’yle sembolize edilen ‘ortak dünya’ ideali, Avrupalıların ortak dilden, ortak vatan şuurundan, ortak kültürden kopmasıyla tarumar olur. Özetle Zweig, bu örneğe yaslanarak Avrupa’nın kendi içinde ulusal, dinsel ve etnik farklılıklara kapılarak birbirleriyle çatışmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Meselâ, “Bizans’ın Fethi” yazısında, “Avrupa onurunun bir simgesi’ olarak gördüğü İstanbul’un sırf Avrupalıların kendi aralarındaki çatışmalardan ve ortak hareket edemediklerinden dolayı kaybedildiğini ileri sürer. Buna karşılık; eserlerinde, örneğin “Ulusal edebiyatların zamanları geride kaldı, şimdi dünya edebiyatının zamanıdır.” diyen ve ‘ortak Avrupa kültürü’nü savunan Goethe’yi ve Neitzche’nin; “Avrupa’da anavatancılığa son verilmesine, Yeni Avrupa’ya ait bir vatan duygusunun oluşturulmasına” dair düşüncelerini alkışlar. On dokuzuncu yüzyılda “ulusal edebiyatların ve ulusçu düşüncelerin üstünde” bütün Avrupa’yı kapsayan bir düşünme biçiminin” oluşmasını övgüyle karşılar. Ve neticede Avrupa, Zweig, Neitzche, Goethe, Emile Verhaeren, Romain Rolland, Grazias gibi yazar ve şairlerin bu büyük rüyalarının sonucunda bir “Avrupa Birliği” pratiğine ulaşır.
***
İşte Zweig, bu ‘Avrupa Birliği’ rüyasını en derinden hisseden yazarlardan biriydi. Bu ideal, Birinci Dünya Savaşı’nda sarsıldı; nitekim bu sarsıntıyı ve yıkımı, “tinsel dünyamızın Roma’sı bir kez daha yıkıldı, Babil Kulemiz bir kez daha bütün çalışanlarınca terk edildi.” diyerek, acı bir biçimde anlatır. Ama yıkım, bununla kalmamış Zweig’ın rüyası İkinci Dünya Savaşı’nda bir kabusa dönüşmüştür. Zweig, bu kabusa dayanamazdı. Aslında “Satranç” adlı ünlü eserinde, tıpkı Dr. B gibi hırslarına kapılarak kıyasıya çatışmaktan, ruhunu ve insanlığını yitirmektense, rüyasını yaşatmayı seçti, yenilgiyi kabul edip hayatına son verdi. Böylece hayatı pahasına, tüm Avrupa’ya ‘birlik’ içinde yaşamaları gerektiğine dair ‘kutsal’ bir mesaj bıraktı.
Peki ya biz? Bizde Zweig gibi ‘ortak bir medeniyet rüyası’ gören, buna hayatını ve kalemini adayan bir münevver var mı? Yok, deyip toptan silmek haksızlık olur. Tanzimat’tan günümüze kadar mesela bir ‘ittihad-ı İslâm’ düşüncesi var! Mustağrip aydınlar bu rüyaya ‘saçma’ diyorlar, ama Zweig’ın rüyasına hayranlıkla bakıyorlar!..
Tanpınar ne diyordu? “Hayran adamın şahsiyeti yoktur!” Doğrudur, başkalarının rüyalarını hayranlıkla seyreden ‘rüyasız’ların neyi vardır ki?..