Memâlik-i Şâhâne topraklarının kaybıyla birlikte, o coğrafyadan da koptuk! Sadece bedence mi, hayır kültürce de!.. Yahya Kemal’in “Kocamustâpaşa” şiirinde dediği gibi; “Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!”…
Osmanlı edebiyatının coğrafyası, Namık Kemal’in “Vâveyla” şiirinde; “Git vatan! Kâ’be’de siyaha bürün/ Bir kolun Ravza-i Nebi’ye uzat!/ Birini Kerbelâ’da Meşhed’e at!...” mısralarında görüldüğü gibi oldukça genişti. En son, her hâlde, Yahya Kemal’in şiir ve yazılarında okuduk o coğrafyayı, bir de Âkif’te… Ama sonra, I. Dünya Savaşı neticesinde, Türk edebiyatı da koptu o coğrafyadan…
***
Ben, coğrafya bağlamında asıl Refik Halid’den bahsedeceğim. O, edebiyatımızın Türkçe’yi en güzel kullanan, insana ve eşyaya, keskin zekâsı ve müşahede gücü ile derinlemesine nüfuz edebilen bir yazarıydı. Ondaki bu derin kavrayış ve zengin kültürü, ben en çok da “Üç Nesil Üç Hayat”ta gördüm. Karay, bu eserinde, meselâ mutfak gereçleri, meselâ bir kaşık veya makyaj malzemeleri, parfümler veya doğum âdetleri ya da bir beşik üzerinden, toplumumuzda Tanzimat’tan Cumhuriyet sonrasına kadar meydana gelen değişmeyi anlatır, kaybolan gelenek ve eşyaları kayda geçer… Bu sebeple, Ahmet Rasim, Sermet Muhtar, Reşat Ekrem Koçu, Yahya Kemal gibi “İstanbul’un tapu sicil muhafızlarından biri”dir… Hani günümüzdeki “tapu sicil muhafızı” Hüsrev Hatemi Bey’in “Tapu Sicil Muhafızı” adlı şiirinde;
“O, gözlüklü ve siyah kolluklu
Bir tapu sicil muhafızıdır ki,
Eski günler ve anıların
Tapularını saklar”
diye tarif ettiği bir “muhafız” var ya!.. İşte onlardan biridir Karay. Özellikle gazete yazılarında, değişen Osmanlı; zevkleri, sosyal hayatı, mekânları, nükteleri, siyasî çekişmeleriyle âdeta resmigeçit yapar… Yeri gelmişken, Karay’ın gazete yazılarının İnkılâp Kitabevi’nce, 18 cilt hâlinde basıldığını belirteyim. Bunun için Tuncay Birkan’a ne kadar teşekkür edilse azdır… Karay’ın yazılarının temelinde, büyük bir kültür ve ince bir zevk var. Bir de nezih, zengin, nükteli bir medeniyet dili!.. Meselâ, “Türkçe’nin Tadı ve Âhengi”ndeki yazılar!.. Bu özelliklerinden olsa gerek, Cemil Meriç’in gıpta ettiği bir yazarmış Karay. “Jurnal”de (C.2, s. 270); “Refik Halit’i çok beğeniyordum. Ama onun gibi yazmak, bayağılığa düşmeden tabiî olmak, o yaştaki bir insan için erişilmesi güç bir hayaldi.” der. Gerçekten de Türk nesrinin ustasıydı, “kaynaktan fışkıran bir su gibi berraktı.” Karay.
Ben asıl, Refik Halid’in, Ortadoğu coğrafyasını; Beyrut’u, Irak’ı, Suriye’yi anlatan “Yezid’in Kızı”, “Sürgün” romanlarından, “Gurbet Hikâyeleri”nden, özellikle “Sulhte Cimri Harpte Müsrif -17-”teki “Suriye” ile ilgili yazılarından bahsedecektim. Ama yazı aldı başını gitti…
Madem öyle, madem memleket gündemi, siyasî meselelerle mâlâmâl, madem kültür ve sanata fazla rağbet yok. Alın size Karay’dan birkaç cümle:
“Meşrutiyet’in ilânı üzerine yazık ki çoğumuz iyi bir vatandaş, ilim, irfan, hüner sahasında faydalı bir adam olacağımıza, politika cereyanlarına kapılmış, hem devlete hem nefsimize zarar vermiştik.” Yıllar geçti, o hastalık hâlâ devam ediyor. Şu cümlenin de altını çizmişim: “Politikacının çekirge sürüsü gibi üşüştüğü ülkeden de, tek başına baykuş gibi kurulduğu yerden de hayır bekleme!” (Memleket Yazıları 18, s. 169-170)
***
Hararet 40 dereceye vurmuş, kızgın güneş ensemizde boza pişiriyor, gündüzleri başımızı evden dışarı uzatamıyoruz, en iyisi Karay’ın şu cümleleri eşliğinde serin akşamı ve geceyi beklemek:
“Loşluk, gerdeğe giriş kadar tatlıdır ve akşam, ikbale erişten farksızdır. Gece ise tahta çıkıştır.” (Memleket Yazıları -8-, s. 62)
Serin günler, tahtlı ve bahtlı geceler diliyorum…