J. D. Salinger’in “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ı (YKY., 2019) çok okunan bir roman. Doğrusu, teknik ve dil itibarıyla dikkat çekici bir özgünlüğü yok.
Ayrıca Beckett’a özgü bir varoluş problemi, ruhsal sorunlar, uyumsuzluk veya bir kurtarıcı bekleyişi ya da ne bileyim “Godot’yu Beklerken”deki gibi trajediye bulaşmış ironik bir dil veya Süskind’deki varlığını, özünü arayan insanın ruhundaki boşluk ve bu büyük boşluğu doldurmak için çırpınışları ya da Faulkner’ın “Ses ve Öfke”de, kahramanlarının bilinçaltlarının derinliklerinde, üstelik yolunu hiç kaybetmeden, birinden diğerine atlayarak kullandığı bilinç akışı tekniği!.. Bunları bulamazsınız Salinger’in romanında.
Ama çok okunuyor!.. Saydıklarıma göre ‘vasat’ olmasına karşın niçin tutuluyor düşünmek lâzım!
Romanın etrafında, birtakım olaylar nedeniyle bir efsane halesi oluştuğu vakıa! Çıktığında sansür ve yasaklamalarla karşılaşması, John Lennon’un katilinin bu eserden etkilenmesi, ilgiyi artırmış olabilir…
Bunlar bir yana “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ın asıl cazip yönü, egemen yaşam anlayışıyla uyuşamayan bir ergenin içinde bulunduğu toplum ve kimi kurumlarla -aile ve okul gibi- çatışmasını ve bu çatışmanın yarattığı depresyonu; öfkeyi, isyanı yansıtmasıdır bence. Eser, ergenlere özgü pervasız ve argo dili kullanmada başarılı. Asıl önemlisi, bu dilin bir protesto içermesi. Bu protest tavır, gençlerin sorunları, ruh hâlleri, öfkeleri ve diliyle örtüştüğü için roman genelde onların ilgisini çekiyor olmalı… Doğrusu ben, Hakan Günday, Emrah Serbes gibi yazarların ilgi görmesini de aynı sebebe; bu ‘protest’ tavra bağlıyorum.
Peki bu protest tavrın arkasında bir felsefi buhran, iç çatışma, arayış ve bunların doğurduğu varoluşsal bir ‘trajik durum’ var mı? Bence yok! Ama asıl sorun da bu! Romandaki tabirlerle söylersek bu lânet, berbat ve sahte dünya, sunduğu anlık hazlarla insanı girdabına çekiyor. Dolayısıyla bu fasit dairede yaşayan, üstelik henüz 17 yaşındaki bir ergenden, kendi deyişiyle “David Copperfield zırvalıkları” (s. 7) anlatmasını veya felsefî bir buhran yaşamasını beklemek doğru değil! Ama Holden Caulfield adlı liseli bir gencin Noel öncesi, okuldan atıldıktan sonra yaşadığı berbat üç günü, kendi deyişiyle “manyaklıkları” (s. 7) konu edinen romanda, yazarın bakışını okullarda, gece kulüplerinde, barlarda, otellerde, sinemalarda, tiyatrolarda yaşanan kirli, sahte, çoğu cinsel arzuya odaklı ilişkilere yönelttiği ve bir ergen aracılığıyla çağın; Amerika toplumunun sahte yüzünü yansıtmayı amaçladığı açık! Nitekim Holden’ın, Sally ile birlikte olduğu, yalan aşklardan, sahte merhabalaşmalardan, Newyork’ta yaşamaktan, insanların arabaları için deli olmalarından, okulların eğitim anlayışından, “sabahtan akşama kadar kızlardan, içkiden ve seksten başka bir şey konuş[ulmamasından]” (s. 125) nefretini dile getirdiği 17. bölümde, bu eleştirileri yoğun biçimde okuyoruz.
Aşksızlık, sevgisizlik, sahtelik, samimiyetsizlik… Roman boyunca okuldan, yatakhanelerden, barlardan, gece kulüplerinden ve otellerden bunlar yayılıyor… Ve sonuç: Öfke, lânet, küfür: Psikiyatri kliniğinde biten bir depresyon!
Ben, bu boşluğun, protest tavır ve depresif hâlin genç okurlarda bir karşılık bulduğunu düşünüyorum. Ama Holden’ın ve dolayısıyla Salinger’in tavrını, İsmet Özel’in “Dişlerimiz Arasındaki Ceset” şiirinde; “Yaşamak deriz -Oh dear- ne kadar tekdüze/ Katliamlar ne kötü be birader” dizesinde dile getirdiği hâle de benzettim doğrusu. İğrense de hazlarına iştirak ettiği, bir parçası olduğu sisteme küfretmek ve ‘marijinal’ görünmek, çağın ergenlerine ayrı bir haz veriyor galiba. Roman, böyle bir ergen zevkini protest bir sosla tatmak isteyenlere de cazip gelebilir! Çünkü “Acı çekmeyi ruhun fiyakası” gören bir okur kitlesi de var günümüzde.