Türkiye’de Tanzimat’la başlayıp Cumhuriyet’le güçlenen poetik bir iktidar var. Evvelâ Osmanlı modernleşmesinin sonra da Türk modernleşmesinin kanatları altında palazlandı. Bu süreçte, sadece kendisi ‘yeni’ ve ‘özgün’dü, kendisine uymayan tüm edebî anlayış, eser ve yazarlar ise ‘eski’… Kimi zaman ‘melez’ dedi onlara, kimi zaman Arap-Fars edebiyatının taklitçisi, kimi kez ‘saray edebiyatı’, kimi kez halktan kopuk…
Üstten baktı hep! Meselâ Abdülhak Hâmid, monokluyla verdiği pozlarda edebiyatın Batılı ‘yeni efendisi’ydi. Recaizade de öyle. Fikret zaten asrîliğin timsali; “fikri hür, vicdanı hür bir şair”. Ama meselâ Naci veya kayınpederi Ahmet Midhat Efendi, Şarkvarî giyim-kuşamları, dilleri ve halk tabakasından geldiklerinden dolayı devrin edebiyat kanonu tarafından pek de benimsenmediler. Hüseyin Avni’nin Muallim Naci (1932) kitabındaki şu tasvir, tam da bu kanonik tavrı yansıtıyor: “Çatık bir çehre ve menfi bir ruhla teceddüt edebiyatının karşısına bir irtica heykeli gibi dikilen Muallim Naci…” Çatık çehre, menfî ruh, irtica heykeli… Bir cümlede peş peşe dizilen bu sıfatların edebiyatla ilgisi yok!
Bu ‘kültürel iktidar’a sonra akademi ve edebiyat tarihçiliği eklendi. Devletin ideolojik aygıtlarının kanatları altındaki ‘Cumhuriyet kanonu’, -bir onay makamı gibi- belirlediği yazar ve şairlere ‘meşruiyet ehliyeti’ vermeyi sürdürdü… İnanmıyorsanız edebiyat tarihlerine ve ders kitaplarına bakın, kimlere kapılar kapalı, kimler nasıl anlatılıyor!
Bu kanonun Necip Fazıl’a, kendisine uyduğunda “Kaldırımlar şairi”, “Büyük şair”; tâbi olmadığında ise “sabık şair”, “mürteci şair” dediği malûm. Sadece saldırı mı? Bir de görmezden gelme, dışlama var!.. Diriliş, Edebiyat Dergisi, Mavera, Hece, Dergâh, Türk Edebiyatı gibi kanona uymayan dergilerde yazanlara; meselâ, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, Erdem Bayazıt, Âkif İnan, Cahit Zarifoğlu… gibi yazarlara uygulanan ‘ambargo’ya ne demeli?... Egemen çizginin güdümündeki medyanın, edebî dergilerin, resmî yayınların, üniversite ve okulların kapısı, nedense bu yazar ve şairlere kapalıydı.
Şimdi bu ‘meşruiyet karakolu’ gücünü yitirdi… Gerçi kendisini hâlâ ‘meşruiyet ehliyeti’ veren bir makam sanıyor ve ‘meşruiyet kazanmak’ için hâlâ bu mercilere başvuran ‘acemi’ yazar ve şairler var ya!.. Bu da onların sorunu artık. Gelelim asıl meseleye!.. Poetik iktidar böyle de, ‘ötekiler’ ne yapıyor? Kanon tarafından dışlandılar, eşit şartlarda değillerdi, “Toparlanın gitmiyoruz” deyip direndiler; hatta az da olsa bazı genç kalemler nitelikli eserler veriyor. Amenna! Ama hâlâ önlerinde aşmaları gereken bir ‘nitelik’ eşiği var. Üstelik siyasal iktidara sahip olmanın ve devletin aygıtlarını kullanmanın getirdiği bir büyük tehlikeyle –aldatıcı üstünlük- karşı karşıyalar! Ve poetik iktidarı popüler etkinliklerle yıkmaya çalışıyorlar. Maalesef Müslüman/muhafazakâr kitlenin talepleri de bu yönde. Ama bu temelsiz fikir ve sanat hamleleri sadece bir ‘uğultu’ etkisi yaratıyor. Kendi kendini alkışlayan bir koro düşünün!
Sanatın bir ‘popüler’ tarafı var. Kabul. Halkı aydınlatmak için kitlesel etkinlikler düzenlenir. Amenna. Ama niteliği korumak kaydıyla. Aksi hâlde fikir ve sanatın seviyesini aşağılara çeker ve kanonun ekmeğine yağ sürersiniz. Bugün maalesef bazıları, popüler etkinlikler yapmak ve medyatik olmak uğruna, ilim ve sanatın seviyesini aşağılara çekerek, Müslüman bilinçleri oyalıyor. Onun için eserleri ve fikirleriyle öz kaynaklara vakıf, yerli fikir ve sanatı besleyecek, popülerlikten uzak sivil bir entelektüel zümreye ihtiyaç var. Gücün ve popülaritenin aldatıcı cazibesi, bizi nitelikli fikir ve sanattan uzaklaştırmamalı!