Geçen hafta öykünün ‘katı’ hâlinden bahsetmiştik; hani şu dört başı mamur, uygun adım yürüyen, gücünü serüvenden, gerilimden ve şaşırtıcı olaylardan alan öykü tarzından… Kötü mü? Hayır, iyi yazılırsa onlar da güzel. Ömer Seyfettin’in öykülerine kim kötü diyebilir ki?.. Ama benim favorim, ne yumruklar sıkılarak yazılan, ne gücünü şaşırtıcı olaylardan alan, ne de olay halkaları sebep-sonuç ilişkisi bakımından birbirine sıkıca bağlanmış, düzgün akan öyküler… Bir kere yazar dediğin gergin olmayacak! Ne o “huzursuz bacak” hâlleri?.. Kişilerin nerede, nasıl duracaklarını söyleyen klasik fotoğrafçılara benziyorlar. Karede birisi nizamı bozsa rahatsız olur böyle fotoğrafçılar, gerginlikleri ondan galiba. Oysa hayatın akışına müdahale etmemeli, öyküyü hizaya getirmeye çalışmamalı. Hele karakterlerine köle muamelesi yapanlar, onları istedikleri gibi konuşturan ya da susturan yazarlar yok mu? Otoriterdir onlar, ipin ucu hep kendilerinde olsun isterler, kukla oynatıcıları gibi… Zavallı öykü karakterleri, böyle “otoriter yazar”ların elinde bir türlü kendileri olamazlar. Oysa iyi bir öyküde, olayların akışı, nasıl sonlanacağı, karakterlerin ne yapacağı belli olmamalı. Italo Calvino; “bilinmeyen bilinenden her zaman daha çekicidir.” diyor, doğrudur. (Amerika Dersleri, s. 83) Öykünün nasıl sonlanacağını başta hissetmek, büyüyü bozar çünkü.
***
İdeolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri demişti Cemil Meriç. Bence hayallerimize de giydirilmiştir. Muhayyileye de hükmediyor çünkü; üstüne üstlük, ideolojik bir imgeye indirgiyor dünyayı. Yazarın otoriterliği, gerginliği biraz da bu “deli gömlekleri”nden muhtemelen! Ece Ayhan’da okumuştum; “rötuşlu ve net çekilmiş” fotoğrafların sanatsal değerinin olmadığını söylüyordu. Doğrudur, sanat eseri bu tür rötuşlara, müdahalelere uygun değil!.. Okur bunu hissettiği an ‘yalan’a kanmaz, büyü bozulur, metinle arasındaki ruhsal bağ kopar: Elektrikler kesilmiştir!..
***
Uzatmayayım, öykünün “buhar” hâlinin en güzel örneklerini Sait Faik vermiştir bence. Meselâ “Öyle Bir Hikâye”. Öykünün kahramanı, gecenin bir vakti sinemadan çıkar, aklına eser, bir taksiye biner, ver elini Atikali!.. Niye gider ki?.. Öylesine. Öykünün ‘katı’ hâli olsaydı, yolun planı ve niçin gidileceği baştan çizilirdi. Plân da yok, amaç da! Gece yarısı, Atikali’nin sokaklarında serazat bir öykücü… Bir evden deli gibi bir adam fırlar, dostunu öldürmüştür. Âniden çıkmıştır öykünün yoluna. Anlatıcının cebine gizlenir. Cebine evet! Olur mu? Olur kardeşim, rahat olun, olur!.. Sonra bir sohbet, eğilip bükülmeyen, rötuşlanmayan sıcacık bir dil. Şimdi nerede o dil!.. Kırık bir aşk öyküsüdür aslında Hidayet’inki. Tam da gerilimden beslenen öykücülerin aradığı cinsten. Sait Faik onun için “Anlatma yeter bu kadarı.” der Hidayet’e. Ötesini o uyduracaktır. Uydurur da; ama dalga geçmek için. Ah bu “çivi”! Katı öykücülerin “zalım çivisi”!.. “Ulan bu çiviyi kim” koydu Sait Faik’in cebine? Sonra!.. Yürüyoruz… Nereye? Bilmiyoruz! Baktık ki Fatih Parkı’nın kenarındayız. Vatandaşın biri bağırıyor “Yaşasın demokrasi, yaşasın millet, yaşasın cumhuriyet!”… Deli gömleği giymiş bir öykücü olsaydı, -fırsat bu deyip- bir “ideolojik diskur” geçerdi. Ama öyle olmaz! Ah “Fatih parkının demirine dayalı uyuyan adam”, sen bizim gerçek hayatımızsın! Evin bizim evlerden bir ev!..
***
Uzatmayayım, gecenin bir vakti serazatça dolaşır öykücü. Ne mesaj vermektir amacı, ne bir sona ulaşmak, ne hayata nizam vermek. Sonunda Panco’nun evinin önüne gelir “kırık bir küp”ün içine oturup tüm gördüklerini anlatır.
Şimdi ben, “kırık bir küp”ün içine oturup ‘bizim öykülerimiz”i anlatacak “serazat yazarlar”ı bekliyorum. Biliyorum, oradalar; “kırık bir küp”ün içinde…