Hüseyin Su, “Takvim Yırtıkları”nda, yer yer içinde bulunduğu “Edebiyat” dergisi çevresiyle hayat arasında örülmüş bir ‘duvar’dan (I, s. 254) “hayata ne denli uzak durduk[larından]…” (I, s. 44) söz eder, “Çok soyut bir dünya değil mi bizimkisi?” (I, s. 109) diye sorar ve asıl sorunumuz “insansız kalışımız[dır]” der (III, s. 158). Müslüman bir yazar olarak bu konuda kendini içtenlikle sorgular ve kaygılarını dile getirir. Önemli bir sorun! Peki bu kopukluğun sebebi ne? Su’nun şu cümlesi, sebeplerden birini açıklıyor aslında: “Bir de kendimize biçtiğimiz kurtarıcılık misyonunun dili ve psikolojisi var ki bütünüyle ziyan ediyor hayatımızı.” (I, 184). Uzun uzun tartışmak gerekiyor bu sorunu! Şimdilik, sadece altını çizmekle yetiniyorum. Ama hayatla Müslüman sanatçı arasındaki “duvar”ın bir şekilde eserlere yansıdığı ve üstlenilen “kurtarıcılık misyonu”nun da, hem ortak “epik” bir dile, hem de “usta”ların etrafında “edebî koro”ların oluşmasına yol açtığı bir gerçek!
Gerçekten de, meselâ Memduh Şevket’in “Hayat Ne Tatlı”sı ile Haldun Taner’in “Eczanenin Akşam Müşterileri” adlı öykülerindeki gibi hayatın sakin, ağır ve rahat aktığı mahalleler neden yok Müslüman yazarların öykülerinde? Sait Faik’in “Öyle Bir Hikâye”sindeki gibi, anlatıcının gecenin bir vaktinde rastladığı insanlar ve insanlık hâlleriyle niçin pek karşılaşamıyoruz? Öykülerimizin dili ve atmosferi neden gergin?
Bunları düşünürken Tanpınar’ın “Bitmeyen Çıraklık” (Yaşadığım Gibi, s. 62) adlı makalesine göz attım. Cevapları kısmen buldum. Yazıda, genç bir yazar, Tanpınar’a bir öyküsünü okur. Özenli tahlillerle, seçme peysajlarla dolu, “akıcı bir üslûp”la yazılmış; hatta Nietszche’den Freud’a birkaç felsefe sistemini, romantizmden sürrealizme bir yığın sanat kuramını içeren, “sona kadar aksamadan” yürüyen “muvaffakiyetli” bir öyküdür bu!.. Ama bir şeyden mahrumdur! Tanpınar, şöyle açıklıyor bunu:
“Bütün bu vak’a, bu insanlar, bu üslûp zenginliği, bu dikkatler, âdeta havası boşaltılmış bir âlemde geçiyordu. Toprağa ve bir cins hayata, bir insan topluluğunun mukadderatına bağlı olan eserlerdeki o sıcaklıktan, kavrayıcılıktan mahrumdu.”
***
Öykü, görünürde mahallî özellikler taşıyor, “Vak’a Anadolu’da geçiyor”; ama bizim değil; üstelik âşinalık da “zihnî” planda kalıyor; hâsılı, kekremsi ve cansız. Yazarı da farkındadır bunun. Der ki; “Çocukluğumu Anadolu’da geçirdim. Orta sınıflı bir memur çocuğuydum. (…) Yerli hayatı, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanır ve bilirim.” Güzel! Gerçekten böyledir yazarlarımızın çoğu… Peki öykülerindeki bu eksiklik niye? Diyor ki genç yazar; “kalemi elime aldığım zaman bütün bunları kaybederim. Bir ömrün topladığı bütün bu kalabalık birdenbire silinir, yerine nereden geldiğini bilemediğim kuklalar geçer. Ocak başında sıcağı sıcağına dinlenen vak’alar mahiyetini değiştirir, hususi renk ve havaları dağılır.” İşte bu! Edebiyatımıza; genç öykücünün zihnine musallat olan, bize özgü hayatı, mahalleyi, insanı silip, yerine soğuk bir havayı, kuklaları koyan ‘hayalet’ budur!.. Sezai Karakoç bir şiirinde; “İstanbul’a küflenmiş/ Bir Avrupa akşamı dadanmıştır” der ya! Öyle bir şey! Yazının sonunda ıstırabımızı açıklar Tanpınar, der ki; “Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim (…) bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz frenk kitapları konuşmaktadır.”
Başka ne diyebilirim ki?.. Tanpınar söylemiş gerekeni. Öykülerimizde biz değil, “okuduğumuz frenk kitapları konuş[tuğu]” için hayat yok; vaka Anadolu’da geçiyor, ama “havası boşaltılmış bir âlem” gibi. Bu frenk -Dostoyevski, Kafka, Camus vb.- çıraklığına son vermez, bir de dünyaya “kurtarıcılık misyonu”yla bakmayı sürdürürsek, hayatla/ insanla aramızda duvarlar hep olacak!
Hayalet aramızda!