Tarih, daima kaygan bir zemindir. Hele Ortadoğu’nun I. Dünya Savaşı sürecindeki ve sonraki tarihi… Dengeler beklenmedik bir biçimde öyle değişir ki, o hengamede kimin kimle dost, kimle düşman olduğu dahi kestirilemez.
Geçen haftaki yazımda 1916’daki Arap isyanı’nı, Şerif Hüseyin’in oğlu Kral Abdullah’ın “Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?” adlı anı kitabından hareketle ele almıştım. Anılar, tarihteki olayları anlamada önemli kaynaklardır ama, sonuçta özneldirler. Karşılaştırarak, süzerek, ihtiyatla okumak gerek! Kral Abdullah’ın anıları da öyle, isyanı meşrulaştırma çabası doğal olarak dikkat çekiyor. Bağımsızlık istekleri anlaşılır ama sonuçta İngilizlerin oltasına takıldıkları ve aldatıldıkları da bir gerçek! Amacım kitaba dikkati çekmek ve bu konuda ‘öteki’nin düşüncelerini öğrenmekti… Dikkatli bir göz, Türklere taraflı bakan Kral Abdullah’ın satır aralarında o yıllarda, o coğrafyada nasıl büyük bir ‘oyun’ oynandığını görecektir. Satır araları demişken meselâ, tüm tarafgirliğine rağmen Kral Abdullah’ın “Bugün bizler, yani Arap milleti, başsız yahut çok başlı bir vücuda benziyoruz. Başı olmayan vücut şaşkındır, nereye gideceğini bilemez.” sözleri oldukça manidar.
Yanı başımızda Suriye, Lübnan ve Gazze ateş altındayken, Ortadoğu’yla ilgili okumaları sürdürdüm. Önce Bruce Masters’ın dilimize “Osmanlı İmparatorluğunun Arapları” (Çev. Feray Coşkun, Doğan Kitap, 2017) adiye çevrilen kitabındaki bazı bölümler dikkatimi çekti. İlki, çoğu Arap aydınının Türklere bakışıyla ilgili bilgiler. Eserin “Sonuç” bölümünde Mısır’ın ünlü yazarı Taha Hüseyin’den yapılan bir alıntıyla bu bakış özetleniyor. Taha Hüseyin, “Onlar (Avrupalılar) yeni hayatlarına 15. yüzyılda başladılar, bizse Osmanlı Türklerince 19. yüzyıla kadar geciktirildik. Eğer Tanrı bizi Osmanlı fethinden korusaydı, Avrupa ile devamlı temas halinde kalırdık ve onun rönesansını paylaşırdık.” (s. 241) demiş. Bir de buna ‘Türk zulmü’ ekleniyor. Kral Abdullah, anılarında genelde bu anlatıya sık sık atıfta bulunuyor (s. 57). Arap dünyasındaki egemen ‘Türk anlatısı’ aşağı yukarı böyle. Bir dönem Arap edebiyatı ve sinemasında Türk genelde ‘zalim’ bir sterotiptir. Buna karşılık bir de Türklerin ‘Arap anlatısı’ var! Masters’ın da isabetle kaydettiğine göre “Türklerin (…) tarihsel hafızasında da ‘Arap hıyaneti’ olarak bilinen…” Arap isyanı hâlâ önemli. Bir kısım Türklerde ise bu anlatı yanında Arap medeniyetinin ‘Türkleri geri bıraktığı’ yönünde bir görüş var. Örneğin Teşkilât-ı Mahsusa üyesi Halil Halid “İngilizlerin Osmanlıyı Yok Etme Siyaseti”nde (Ekim Yay., Haz. Orhan Sakin, 2011) bu görüşlere kısaca değiniyor ve kasten yayıldığı kanaatinde. Bir de Muhammed Kürd Ali’nin “Bir Osmanlı-Arap Gazetecinin Anıları” (Çev. İbrahim Tüfekçi, Klasik, 2014) adıyla basılan anıları var. Yazar, orada da Türklerin Araplara, Arapların da Türklere bakışını çeşitli bireysel örneklerle özetlemekte, örneğin Anadolu halkının genelde Araplara hürmet ettiğini, buna karşılık okumuş kesimde ve bazı idarecilerde olumsuz bakışın egemen olduğunu yazmakta. Ona göre Cumhuriyet’ten sonra “Türklerle Araplar arasındaki ayrışma” (s. 186) pratiğe dökülmüştür. Kitapta daha uç örnekler var, Türkiye’de kimi çevrelerin, -Rıza Nur’un da “Türk Tarihi” adlı eserinde- “İslâm’[ın], Türkleri kendi şahsiyetlerinden soyutla[dığını], miliyetlerinden uzaklaştır[dığını], medeniyetlerinin kucağından çekip al[dığını]…” (s. 193) iddia ettiklerini belirtiyor.
Olumlu anlatılar yok mu? Var ama etkisiz! Örneğin Muhammed Kürd Ali kitabında “Türkler, Sakarya Savaşı’nda Yunanlılara galip geldiğinde Suriye halkının (…) duydukları sevinçten dolayı törenler” düzenlediğini yazar (s. 187).
Bütün bunlar -rasyonel ya da değil- günümüz Ortadoğu politikasını hâlâ etkileyen politik-ideolojik anlatılar! Ama tarih bilimi, uluslararası ilişkileri sadece -kimi zaman- kasten yayılan bu politik-ideolojik, propagandist anlatılarla açıklayamaz. Bruce Masters “Osmanlı İmparatorluğu’nun Arapları” adlı eserinde bu ilişkilere anlatıların ötesinde daha gerçekçi bir gözle bakıyor, Arapların büyük çoğunluğunun uzun süre Osmanlı’ya başkaldırmadığını, aksine özellikle ulema ve ayan’ın işbirliği içinde olduklarını ileri sürüyor. Ve asıl sorulması gerekeni soruyor: Arapları uzun yıllar “İsyan yerine bu sessizliğe teşvik eden şey ne idi?” (s. 242). Bu soruya verilecek gerçekçi cevap, daha doğru ve ideal bir analiz olacaktır kanaatimce.
Son olarak bahsettiğim eserlere Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı”nı da ekleyelim, hem bizi hem ötekileri dinleyelim, ama kendimizi kaptırmadan. Dinlemek, öteki’ne rasyonel karşılık vermenin -doğru iletişimin de- ilk şartıdır!..